Está en la página 1de 64

Ahmet Karcılılar _ Gülden Kale Düştü

www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir
Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin
Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK
MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir
ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu,
vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda
öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde
deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı
Ankara
Ahmet Karcılılar _ Gülden Kale Düştü
Gülden Kale Düştü
Ahmet Karcılılar

GÜLDEN KALE DÜŞTÜ

Yazan: Ahmet KARCILILAR

Yayın hakları: © Doğan Kitapçılık AŞ


1. baskı / mayıs 2000
7. baskı / eylül 2000 / ISBN 975-6719-07-9

Kapak tasarımı: Dipnot


Baskı: Şefik Matbaası

Doğan Kitapçılık AŞ Hürriyet Medya Towers, 34544 Güneşli-İSTANBUL


Tel. (212) 677 06 20 - 677 07 39 Faks (212) 677 07 49

Gülden Kale Düştü


Ahmet Karcılılar
Ay'a ve sönmüş yıldızlara...

Düştü

"Yine de bir edebiyat insanı olmaktan yakınmamalıyım. Herhalde bundan daha ağır
yazgılar da vardır..."
Francisco Acevedo /
Yazı Üstüne Konuşmalar

Gülden Kale düştü.


Bunu biraz önce anımsadım.
Biraz önce yani evimin ortasındaki, şimdi üzerinde yattığım kilim desenli
halıya düştükten sonra, hiç beklemediğim halde gerçekleşen Jaromir Hladik'in
mucizesine benzer dileğimle başlayan durgunluğun ve sessizliğin ortasındayken ve
tam da yeni bir dilekte bulunmayı düşünüyorken, bunun için izin verildiğini
gösterir bir işaret gibi çalan kapı zilini duyduğum zaman.

Buradan yatağımı, yatağımın hemen üstünde asılı Matisse'in Nu Bleu


röprodüksiyonunu, Marcus Miller konulu Uslutekin fotoğrafını, elbise dolabımı ve
mutfak tezgâhını görmem olanaksız. Tezgâhın iki yanına yerleştirdiğim buzdolabı,
fırın ve çamaşır makinesi ile banyo kapısını, kapıdaki askıya sıralanmış
havluları da öyle. Düştüğümde başım koltuğun yan tarafına geldiğinden odanın
arkada kalan iki cephesini göremiyorum. Yattığım yerden ancak karşı duvardaki,
özenli bir takvimden kesip çerçevelettiğim kaya resmi tablolarını, yemek
masasından bozma çalışma masamı, kitaplık niyetine kullandığım gümüşlüğü, dış
kapıyı ve vestiyeri görebiliyorum, ama pek net değil; düşmemek için çabalarken
alnımdan süzülen damlalar gözlerime dolduğu için her şey bulanık. Koltukların,
masanın, sehpaların üstündeki açık ya da kimi sayfaları işaretli kitapları,
üzerine notlar, bitmemiş öyküler, özetler yazdığım teksir kâğıtlarını,
rastlantıyla bulduğum bir sözcüğün peşinde koşarken karıştırdığım ama
kitaplıktaki yerine kaldırmadığım ansiklopedi ciltlerini belli belirsiz
seçiyorum.
Dolayısıyla, şimdi, ne tam başımın hizasında tavana asılı lambanın biraz
altında karşılıklı öylece durmuş kanatlan açık iki sineği ne de dileğimden önce
ekran koruma moduna geçmiş bilgisayarımın karanlık ekranında duran (artık
kaymadıklarından eminim) beyaz noktalar gibi, pencerenin aralık perdelerinden
sızan güneş ışığıyla boşlukta kıpırtısız parıldayan toz zerreciklerini
görebiliyorum.
Yine de tabloların yanında asılı büyük duvar saatinin epeydir üç olduğunun
farkındayım. Kitaplığın önündeki vantilatörün hız göstergesi parlıyor olsa da
dönmediğim biliyorum. Müzik setinin CD çalma tuşuna, çalışmaya başlamadan biraz
önce basmış olduğum halde, Scarlatti kantatları söyleyen Nancy Argenta'nın
sesini artık duymuyorum. Bu kötü ama hiçbir şey duymamamın katlanılabilir bir
tarafı da var; kaldığım binanın önündeki bulvarın kimi zamanlar katlanılmaz hale
gelen gürültüsünü de duymuyorum.

Sabah sıkıntıyla uyanmıştım. İçimdeki sıkıntının uyanmadan hemen önce


gördüğüm düşten mi, yoksa yatmadan önce -neredeyse altıydı, başım dönüyordu ve
yorgunluktan kusmak üzereydim- vişne suyuyla atıştırdığım büyükçe kesilmiş iki
kek diliminin midemde yarattığı gazdan mı kaynaklandığına karar veremeden
yatağımın yanındaki komodinin üstünde duran dijital saate bakmıştım; ne sabahı,
saat 12.46'ydı.
Pencereleri açıp odayı havalandırmış, duşa girerken bir yığın salağın böyle
öldüğünü, yatmadan önce abur cubur ne bulurlarsa yediklerinden, kalplerini
sıkıştıran gaz yüzünden uykudayken geberip gittiklerini düşünmüştüm. Sonra da
bana bu denli sıkıntı -en azından bir kısmım- veren düşü hiç anımsamadığımı fark
etmiştim.
Duştan sonra odamda ileri geri yürürken tanıdığım bir doktorun
söylediklerini düşünüyordum. Bir sohbet sırasında bana -her ne kadar göz doktoru
olsa da-, kırk yaşından önce kalp rahatsızlıklarına pek rastlanılmadığını
söylemişti. Daha otuz dört yaşındaydım. Kimi zaman göğsümün orta yerinde, göğüs
kafesimin birleştiği yerde bir kasılma oluyor, sanki kalbim bir süre hiç
atamamış da içinde biriken kam birdenbire pompalamış gibi kasılma gevşemeye
dönüyordu. Böyle zamanlarda kanın sol mememin altından bedenime yayılışını
hissederdim. Bunu anlattığımda arkadaşım epey gülmüştü. "Gaz olabilir" demişti.
"Kuşkuların sıkıntını artırıyor ve abartıyorsun. Korkma, bir şey olmaz." Bu
açıklamayı bahaneye dönüştürdüğümden ya da belki de korkunç bir tanıyla
karşılaşmaktan korktuğumdan hiç kalp doktoruna da gitmemiştim.
Yürürken eski bir hileye başvuruyordum; birdenbire çömelip bir süre
bekliyor, sonra doğrulup yürümeye devam ediyordum. Önceleri gazımı böyle
kandırırdım. Birdenbire çömelince gaz bedenimin içinde sıkışır, artık nereye
daha yakınsa aşağıdan ya da yukarından çıkıp giderdi. Ancak her düşman zamanla
kendini geliştiriyor; çoktandır bu taktik de işe yaramıyordu.
Göğsümü sıvazlayarak masamın başına oturduğumda, gördüğüm düşü hâlâ
anımsayamadığım için hayıflanmıştım. Yattıktan sonra, henüz uyumamışken aklıma
iyi öyküler gelir ya da gecenin bir yarısı esin kaynağı olabilecek düşlerden
uyanırdım, ama tembellikten kalkıp not almazdım. "Sabah bir kenara yazarım" diye
düşünürdüm, ama çoğunlukla unuturdum; birçok iyi öykümü, daha doğmadan bu
şekilde yitirdim. Not defterimi başucuma koyup yattığım birçok gece boyunca
-bilinçaltının bir şakası olsa gerek-esin perisi uğramadığından bu davranışı
alışkanlık haline dönüştürememiştim.
Düşümü anımsamaya çalışarak bir sigara yakıp bilgisayarı açtığımda ekranın
altındaki saat 13.41'i gösteriyordu. On yıldır, üzerinde sürekli çalıştığım
halde öykülerini bir türlü netleştiremediğim, kurgusu, kahramanları, mekânı ve
zamanı sürekli değişen bir romanla -roman olmasını istediğim bir şeyle-
boğuşuyordum. Benim diyebileceğim bir romanı bilinçaltımı deşmeden yazamayacağım
kaygısına kapılmıştım; düşlerimi anlamlandırmadan, kendimi ortaya koymadan,
unuttuğum ya da unutmaya çalıştığım, belleğimin derinliklerinde saklanmış
anıları ortaya çıkarmadan planladığım kurguların kendimi anlatmak için yetersiz
olacağını düşünüyordum. Bunun için anlamsız bile olsa rastlantısal bir sözcüğün
peşine takılıp, çoğu zaman yaptığım gibi çalışmaya başlamadan önce aklımı
olabildiğince boşaltarak herhangi bir plana, kurguya zaman tanımadan,.çalakalem
bir metin yazmaya hazırlandım.
Basic'in "random" komutunu kullanarak kısa bir program yazmıştım. Program
önce 1'le 9 arasında rastlantısal bir sayı bularak sözcüğün kaç harfli olacağını
saptıyor, sonra da döngüyü bu sayı kadar çalıştırıp, 1'le 29 arasında yeni
rastlantısal rakamlar buluyordu. Sonra her rakamın alfabedeki karşılığım yan
yana ekrana yazıyor, ben de ne uzunluğuna -dokuz harfe dek- ne de harflerine
karıştığım bir sözcük elde etmiş oluyordum. Sözcüğü metnin başına yazıp
harflerin birlikteliğinin bende yarattığı etkiyle aklıma geleni yazarak bir
metin oluşturmaya çalışıyordum. Tam programı açtığımda telefon çalmıştı.
- Efendim?
- Dünyanın en yakışıklı, en zeki ve en karizmatik erkeğine merhaba demek
istedim. Mutlu pazarlar efendim.
- Pis yağcı... N'aber?
- İyiyim. Denize ineceğim birazdan. Müsaitsiniz değil mi?
- Bugün pazar demek, ben de "Niye işe gitmedim" diyordum. Anlat, müsaitim.
- Bugün geleniniz gideniniz yok mu?
- Yok, elimde kaldı.
- Verdiğiniz bölümleri okudum, dönünce geri veririm. Ayy, Karmancığım,
dernekte işler çok karıştı yine.
- Ne oldu yine?
- Biliyorsunuz ben yönetim kurulundan ayrılmak için istifamı vermiştim, şu
lokal müsteciriyle sürtüşmem yüzünden. Sizin haberiniz yok, ama Kâmil müstecire
karşı yanımda olacağına söz verdiği için Kuşadası'na gelmeden önce istifamı geri
almıştım.
- Eee?
- Fikret galiba Kâmil'in içki borcunu silmiş, Kâmil bana yine cephe aldı.
- Nereden biliyorsun?
- Dün telefon ettim Kâmil'e, birbirimize girdik Fikret yüzünden.
-Aman Filiz, her aradığında dert yanıyorsun. Ta Kuşadası'ndan dernek
kulislerini sürdürüyorsun. Bıktım artık Kâmil salağının neler yaptığım
dinlemekten. Bana ne ya? Git istifa et, etmeyeceksen bana anlatma.
- Tamam canım, kızmayın. Söyleşiniz nasıl gitti?
- Ne kadar abuk soru varsa sordular. Yani, ben başka şeyler anlattım, onlar
başka şeyler sordular. Eve dönerken arabada Ediz'le konuştuk. O da çok kızgındı,
kitabı çıktığında kesinlikle söyleşi, röportaj, imza günü filan yapmamakta
kararlı olduğunu söyledi.
- Karmancığım, inanın orada olmak ve söyleşinize katılmak isterdim.
Bizimkileri dönmek için zorladığım halde olmadı, iznimin sonuna dek beni
bırakmayacaklar anlaşılan. Onlar da eylül sonuna dek kalmayı düşünüyorlar.
- Yüz yaşına geldin hâlâ anne kucağında uyuyorsun. Nasıl buldun yeni
yazdıklarımı ?
- Ayy, nasıl söylesem? Çok güzel ama biraz karışık. Anlaması zor, ama çok
güzel. Bir de adımı bir kahramanınıza vermeniz çok hoşuma gitti. Oradaki Filiz
benim galiba.
- Bilmem. Sen misin?
- Ediz de var sonra, çevrenizdekileri yazmışsınız ama olaylar kurmaca, öyle
değil mi? Metindeki Filiz de ben gibi hemşire, üstelik konuşması da bana
benziyor. Size ben gibi hitap ediyor. Bana öyle gibi geldi.
- Sen olduğunu anladın demek? Kutlarım.
- Gülmeyin Karmancığım. Sizi bir akşam Kuşadası'na çağırmam, gizlice odama
almam, sonra annemler fark etmesin diye sabaha karşı gitmenizi istemem çok
romantikti. Sanki bizim yazlığın olduğu yeri biliyor gibisiniz. Bütün
ayrıntıları yazmışsınız, arabayı yan sokağa park etmeniz, bahçe duvarından
atlamanız filan...
- Bütün sayfiyeler birbirine benzer.
- Ama başka bir bölümde polisler beni sorguya çekerken, ben bu bölümleri
önceden okuduğum için sizin Kuşadası'na, bana geldiğinizi söylüyorum. Burası
biraz karışık geldi. Yani Kuşadası'na gerçekten gelip gelmediğinizi anlayamadım.
- Neyse, bittiği zaman daha anlaşılır hale gelir.
- Bu kurgu çok hoşuma gitti, dönmeden realize edebilirim sanırım.
- Beklerim efendim.
- Bütün kızlar için böyle kurgular yazabiliyor musunuz ?
- Genelde kendileri yazıyorlar, ben gerekirse yardımcı oluyorum.
- Ay çok hainsiniz.
- Hadi görüşürüz canım, çalışmam gerek.
- Tamam canımcığım, iyi çalışmalar, mutlu pazarlar.
- Sana da...
Rastlantı, ekranda yanıp sönen bir soru işareti halinde bekliyordu. Run
tuşuna bastım. Bilgisayar soru işaretini 3 rakamına dönüştürdü. Döngü 3 kez
çalıştı, altta, sırasıyla 6,15, 16 rakamları göründü ve rakamların tam altında
"E", "L", "M" harfleri belirdi. "ELM"; hemen Word'u açıp sayfanın başına bu
harfler dizisini ve dizinin aklıma getirdiği ilk cümleyi yazdım. Sonra hızla
aklıma gelen her şeyi yazmaya başladım, "elem, elim, ölüm, Elm Sokağı, elif,
lam, mim, elma." Elma? Elmanın üzerine gidebilirdim sanırım. Elif, lam ve mim'le
başlayan modern bir Âdem ile Havva öyküsü olabilir ya da öykü aslında baştan
sona Freddy'nin Kâbusu'dur ve Elm Sokağı'nda elim bir ölüm sonrasında
yaşananları anlatmaktadır.
Yazdığım metni yazıcıya gönderip başka bir dosya açtım, başım birdenbire
aşırı derecede kaşınmaya başlamasaydı daha da yazacaktım. Başımı kaşıdım, ama
elimi başımda hissetmedim. Bir gariplik olduğunu anlayıp elimdeki sayfaları
masaya bıraktım, küllükte kendi halinde tüten -galiba- beşinci sigaramı
söndürdüm. Kollarım ve sol bacağım karıncalanmaya başlayınca kalkıp yürümek
istedim.
Masanın kenarına elimi koyup ayağa kalktığımda, daha bir adım bile atmadan
göğsümün orta yerine yediğim şiddetli bir tekmeyle iki büklüm dizlerimin üstüne
düştüm. Şaşkınlıkla hemen doğrulmak istedim, ama ayaklarım tutmuyor, kalkmaya
çalıştıkça yere bastığım ayağım geriye kayıyordu.
Bir dizim yere dayanmış, elimle masanın kenarına tutunmuş bekliyordum. Nefes
almaya çalıştıkça boğazım hırıldıyordu. Alnımda biriken ter damlacıkları acıyla
yumulmuş göz çukurlarıma doldu. Kırpıştırıp gözlerimdeki bulanıklığın geçmesini
bekledim, odadaki eşyalar, duvardaki resimler parça parça silinip geri geldi.
İkinci tekmeyle geriye doğru gidip sırtüstü koltuğun yanına düştüm. Ellerimi
göğsüme götürüp bastırmaya çalıştım, ama bütün bedenim uyuşmuştu ve ellerim
güçsüzdü. Ne olduğunu anlayıp kendimi bıraktım.
Hladik'in gizli mucizesi o an aklıma geldi.
Hayatını bütün kurumlara ve öğretilere karşı aldırmazlık içinde yaşamış olan
ben, ölmeden önce bu kitabı bitirecek kadar zamanı umutsuzca diledim. Birden
duyduğum acı yok oldu, bütün sesler kesildi, her şey dondu.
Önce ne olduğunu anlayamadım. Sonra yavaş yavaş şaşkınlığım geçti. Tam yeni
bir dilekte bulunmayı düşünüyorken, kapımın zili çaldı ve düşümü anımsadım.
Düşümde bir kitapla uğraşıyordum.
Düşümde, şimdi ayakucumda yükselen şu masaya abanmış oturuyor, adı Gülden
Kale olan bir roman yazıyordum.

II

Zil sesiyle birlikte kahve fincanını tutan elim hafifçe titriyor. Çok
önceleri yazdığım ama olay örgüsü bu pazara çok benzeyen bölümü okurken ansızın
çalan zil, sanki rastlantıdan öte mistik anlamlar taşıyormuş gibi korkutuyor
beni. Fincanı masaya bırakıyorum. Bilgisayarın saati 15.00'i gösteriyor. Bölümün
yazılı olduğu kâğıtları boş bir dosyaya koyup sandalyeden kalkıyorum. Bornozumun
önünü kapatıp kuşağımı bağlıyorum. Kapıya doğru yürürken zil, daha uzunca bir
kez daha çalıyor. "Geliyorum" diye bağırıyorum. Delikten bakmama gerek yok,
sakınımsız kapıyı açıyorum.
İki kişiler. Biri -telsizli olan- hava çok sıcak olmasına rağmen takım
elbiseli. Diğeri kot pantolon üzerine uzun kollu gömlek giymiş, gömleğin üzerine
de çok cepli gazeteci yeleği. Tabancalarının görünmemesi için üstlerinde mutlaka
ceket ya da yelek benzeri bir giysi oluyor. Telsizli olan, onları garipsiyor
olduğuma da dikkat ederek elindeki kâğıda bakıp "Âdem Karman ?" diyor. "Buyurun,
benim" diyorum.
- Emniyet Müdürlüğü'nden geliyoruz. Bizimle geleceksiniz.
- Neden? Konu nedir?
- Bize sadece bir soruşturma için alınmanız söylendi.
- Anladım. Yine, düşünen adam sorunu. Siz içeri buyurun, ben giyineyim.
- Burada bekleriz. Çabuk olun.
Kapıyı açık bırakıp bilgisayarı ve teybi kapatıyorum. Giyinip kapıya
geliyorum, asansörü çağırmışlar bile; yelekli olan kapısını açık tutuyor.
Vestiyerde duran çantamı alıp kapıyı kilitliyorum. Birlikte asansöre giriyoruz,
asansör kliması, alnında ter damlacıkları birikmiş olan takım elbiseliyi
-sanırım o daha yetkili- rahatlatıyor. Üzerinde "Z" yazılı tuşa basıyorum.
- Konuşmamda siyasî bir içerik yoktu.
- Ne konuşması?
- Dün akşam dernekte yaptığım söyleşiden söz ediyorum, dernek yöneticileri
tarafından kaydedilmiş olmalı. Daha çok edebiyatla ilgili bir konuşmaydı o.
Gerçi söyleşiyi siyasî platforma çekmek isteyen sorular geldi, ama istedikleri
cevapları vermedim onlara.
- Beyefendi, biz bilemeyiz. Sadece sizi almamız söylendi bize.
Apartman kapısından çıkıyoruz. Kapı önündeki beyaz Renault arabayla
gideceğiz sanırım, direksiyonda oturan sivil giyimli polis bize doğru bakıyor.
- Nereye gideceğiz?
- On Nisan Karakolu'na.
- Ben kendi arabamla geleyim, dönerken size zahmet olmasın.
Takım elbiseli, elindeki telsizi yelekliye verip benim arabama binmesini
söylüyor. Buna izin vereceklerim sanmıyordum, söyledikleri karakol evime oldukça
yakın çünkü. Yelekliyle birlikte apartmanın yan tarafındaki boşluğa yürüyoruz,
kapıcının dairesine bakan bahçe için ayrılmış bölüm apartman sakinleri
tarafından otopark olarak kullanılıyor. "Hangisi?" diye soruyor, elimle işaret
ederek arabayı gösteriyorum.
Kontağı çeviriyorum. Yağ kontrol ibresi maksimuma yükseliyor, yağ motor
içinde dolaşmaya başlayınca ibre sıfıra düşüyor. Yelekli "Radyoyu açalım mı?"
diye soruyor. Açıyorum, her zamanki gibi TRT-3'te radyo. Patetik Senfoni'nin
Adagio'su arabayı dolduruyor. Senfoniyi duyar duymaz, Çaykovski'nin bu besteyi
bitirdikten altı gün sonra koleradan öldüğü aklıma geliyor; hemen sonrasında, bu
eseri her dinleyişimde olduğu gibi, "Yazdığı senfoniye verdiği numara kadar günü
kaldığım bilseydi, şimdi biz bu eseri kaç numara olarak tanıyor olacaktık" diye
düşünüyorum. Belki batıl inançları yoktu, inadına yeni bir ilk senfoni
yazabilirdi ya da belki beşinciden sonra anlaşılmaz bir biçimde Binbirinci
Senfoni adlı çok daha patetik bir eseri olurdu ve hiç kimse de Çaykovski'nin
binbir gün sonra öldüğüne dikkat etmezdi. Bütün bunlardan habersiz yeleklinin
buruşan yüzüne bakıp arama tuşuna basıyorum, dijital gösterge yerel bir kanalda
duruyor. Benzin göstergesi sona dayanmış, ama henüz kırmızı ışık yanmıyor.
Kilometre 40 432'yi gösteriyor. Geri geri manevra yapıp park yerinden çıkıyorum.
Apartmanın önündeki yola çıktığımızda diğer arabanın çoktan gitmiş olduğunu
görüyoruz.
Yelekli, telsizi kulağına yapıştırmış ilgisizce geçtiğimiz sokakları
seyrediyor. Karakolun önündeki dört yola geldiğimizde kırmızı ışık yüzünden
bekliyoruz. "Arabayı karakol garajına çekebilirsin" diyor, "bugün nöbetçi amirin
arabasından başka araba yoktur. Yol üstünde kalmasın." Garaja giriyorum,
yeleklinin söylediğinin tam tersi, -pazar olduğundan görevli ekipler dışında
sivil ve resmî bütün arabalar burada sanırım- park edecek tek yer yok. "Şu
dipteki arabaların arkasına park et. Nasılsa buradasın, çıkan olursa çekersin."
Dediği gibi yanaşıyorum, arabadan çıkıyoruz. Yelekli park çıkışına doğru
yürüyor, arabayı kilitleyip onu izliyorum. Garajdaki nöbetçi polis bize doğru
geliyor.
- Akif Abi, orası olmaz. Dışarıya park edin.
- Arkadaş bir ifade verip gidecek. Beni yorma şimdi, refakatçisiyim.
- Abi, bir olay çıkar, arabalar çıkacak olur. Beni yakma gözünü seveyim.
- Bir şey olursa arabayı sen çekiverirsin.
- Anahtar üstünde mi?
Anahtarları nöbetçi memura uzatıyorum. Yelekliyle birlikte karakol
merdivenlerini çıkıyoruz. Takım elbiseli birinci katta başka bir siville
konuşuyor, tavırlarından diğerinin daha kıdemli olduğunu anlıyorum. İkisi birden
dönüp bana bakıyorlar, takım elbiseli "Geldiniz mi Akif ?.Arkadaşı bekleme
odasına al" diyor. Akif kimsenin olmadığı bir odaya sokuyor beni, içerde
karşılıklı duran dört sandalye var, "Burada bekleyin" diyor, "altıda nöbet
değişimi var. Nöbetçi amir geldiğinde ifadenizi alacak, ben sizi çağırırım"
Kapıyı kapatıyor.
Oturuyorum. Bekledikçe çoktandır beynimde büyüttüğüm korkularım ellerime
bulaşıyor. Ellerimin titremesini önlemek için sandalyenin oturak kenarlarım
tutup sıkıyorum, ama daha çok titriyorlar. Odada sıkıntımı giderecek bir gazete
bile yok. Çantam arabada kaldı, yanımda olsa, içinde yazdığım kimi bölümler
bulunan dosyaları açıp zaman geçirebilirdim. Kalkıp bir süre pencereden
bakıyorum. Karakolun önünde resmî araçlar duruyor, araçlardan polisler, siviller
iniyor. Sonra başkaları biniyor ve araçlar gidiyorlar. Nöbet çoktan değişmiş
olmalı, hava kararmak üzere.

Kapı açılıyor. Akif bu, odaya girmeden, ifadeyi alacak amirin beni
beklediğini söylüyor. Kalkıp onu izliyorum. Akif'in tavrı beni sakinleştiriyor,
ellerimin titremesi geçmiş gibi... Koridorun başındaki, kapısının yanında,
üzerinde "Kıyafetini düzelt" yazılı kocaman boy aynası bulunan odanın girişinde
duruyoruz. Akif, odanın kapısı açık olmasına rağmen yine de tıklatmayı ihmal
etmiyor. Üzerinde eski bir daktilo bulunan masaya dayanmış resmî üniformalı
polis bize dönüp "Gelin" diyor. Hayallerimdeki gibi değil, ne karanlık oda ne
yüzüme tutulmuş projektör ne de yalnızca belden aşağısını görebildiğim iyi ve
kötü polisler var. Odanın ana caddeye bakan geniş penceresi açık, iyice
rahatlıyorum.
- Arkadaş bu mu ?
- Evet Amirim, Âdem Karman.
- Tamam Akif, sen çıkabilirsin. Otur arkadaşım.
Oda bir ofis için oldukça küçük, masayla metal evrak dolaplarının arasına
iki sandalye sıkıştırmışlar, dolap tarafındaki sandalyeye oturuyorum. Daktiloya,
arasına karbon kâğıdı konulmuş sarı kâğıtlar takıyor. Kâğıdı ayarlayıp
kimliğimle ilgili sorular soruyor, bir yandan pazar olduğundan daktilo bilen
hiçbir memurun görevli olmayışına söylenerek yanıtlarımı kâğıda geçiriyor. Rutin
sorulan tamamladıktan sonra daktiloyu bırakıp bana dönüyor.
- Bir suçtan dolayı hakkında şikâyet var. Seni bu yüzden getirdik. Dün akşam
neredeydin?
- Bildiğiniz gibi dernekteydim komiserim.
- Ne derneği?
- Sanatsevenler Derneği'ndeydim. Kitabımla ilgili imza günü ve söyleşi
düzenlenmişti. Ancak ben oldukça dikkatli konuştum. Konuşmamda suç olarak
nitelendirilebilecek hiçbir sözcük yoktur. Sanırım söyleşide sizden sivil
arkadaşlar da vardı. Üstelik konuşmam ve bana yöneltilen sorulara verdiğim
cevaplar dernek arşivi için banda alındı. Bantları isteyip dinleyebilirsiniz.
- Saat kaçla kaç arası dernekteydin?
- Beş ile altı arası kitaplarımı imzaladım. Altıda söyleşim başladı, yedi
buçukta bitecekti, ama sorular yüzünden sekiz buçuğa kadar uzadı.
- Sonra?
- Dokuz gibi eve döndüm, biraz geçiyordu sanırım.
- Alkol aldın mı ?
- Dernekte mi? Yalnızca bir bardak bira içtim. Çoğunlukla eve araba
kullanarak döndüğümden dışarıda pek içmiyorum.
- Evde yalnız miydin ?
- Evet, dokuz aydır yalnız yaşıyorum. Kimi zaman arkadaşlar...
- Dernekten ayrıldıktan sonra neler yaptın?
- Özel bir şey yapmadım, Ediz'le arabaya atlayıp eve geldik. Apartmanın
arkasında park yeri var, oraya park ettim. Hatta park ederken kapıcı pencereye
çıktı. Ona her zamanki gibi arabama göz kulak olmasını söyledim. Park yeri pek
ışık almıyor, bu yüzden sık sık oradaki arabaların teypleri çalmıyor. Gerçi
benim arabaya hiç...
- Ediz kim?
- Arkadaşım. Ediz Saraç, Çınar Kitabevi'nin yöneticisidir.
- Yalnız olduğunu söylemiştin?
- Aynı binada kalıyoruz. Asansörün kapısında ayrıldık. O hep yürüyerek
çıkar, kapalı yer korkusu var. Bir kat üstümde kalıyor.
- Sonra?
-Evdeydim. Sabah beşe kadar bilgisayar başında oturdum. Yeni kitabımla
cebelleşiyorum. Sonra yatıp uyudum.
- Gece evden ayrıldın mı?
- Hayır komiserim.
- Boşandığın karın dün akşam öldürüldü. Onu sen mi öldürdün?
Bütün dikkatiyle bana bakıyor. Bir yığın zanlıya bunu yapıyor olmalı. Adalet
sonradan ne karar verirse versin, can alıcı soruyu sorduğunda aldığı tepkilere
göre kendi kararını verecek. Kuşkusuz; "Suçsuzdu o, boşu boşuna yaktılar" ya da
"Onun yaptığını biliyorum, ama mahkeme bıraktı" diye anlatabileceği pek çok
öyküsü vardır. Bana Gülden'in nasıl öldürüldüğünü, cesedinin nerede bulunduğunu
söylemiyor, yalnızca öldürüp öldürmediğimi soruyor. Ciddi bir durumla karşı
karşıyayım. Sorgu süresince rahat etmek istiyorsam, hakkımda karar verebilmesine
yardımcı olmalıyım. O bütün dikkatiyle bana bakarken, ben de ona şaşkınlıkla,
üzüntüyle, merakla bakıyorum.
- Gülden öldürüldü mü? Nasıl?
- Onu sen mi öldürdün?
- Hayır. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Beni ilgilendirmiyor artık.
- Muğla'ya tayin olduğunu ve taşındığını bilmiyor musun ?
- Biliyorum, bunu duydum, şu an bilmiyorum demek istedim.
- Onu en son ne zaman gördün?
- İki ay önce evde kalan kimi eşyalarını almaya gelmişti. Kapıdan görüştük.
- İçeri girmedi mi?
- Hayır. Onu evime almıyorum, hatta konuşmuyorum. Kapıda bekleyip eşyalarını
aldı ve gitti.
- Neden konuşmuyorsun?
Başımı öne eğiyorum. Bu soruyu, ona bir nefretim olup olmadığını anlamak
için soruyor. Onu bir zamanlar seviyor olduğumu ama kırıldığımı düşünmesi gerek.
Bana tuzaklı sorular yönelttiğini düşünüyor, ama benim Gülden'den söz ederken,
sanki o yaşıyormuş gibi konuştuğumun, üstelik buna kendisinin de ayak
uydurduğunun farkında değil.
- Gülden'in toplumsal değerlere ve ailenin kutsallığına yakışmayacak
inançları vardı, daha doğrusu varmış. Son zamanlarda bana ters gelen bu
inançları davranışlarına da yansıdığında onun ne kadar ahlaksız olduğunu
öğrenebildim. Kocası olarak onurumu nasıl kırdığını bilemezsiniz, bu yüzden
ayrıldık. Onu öldürecek olsaydım bir yıl önce öldürürdüm, ama şimdi neden
öldüreyim? Boşandıktan sonra geçen sekiz ay içinde nasıl yaşadığım tahmin
edebiliyorum. Su testisi su yolunda kırılmış. Onun bana yaptıklarını her erkek
kaldıramaz. Benden kuşkulanmanız çok anlamsız, kimbilir yaşamına bu süre içinde
kimler girip çıktı?
- Ailesi senden şikâyetçi olmuş. Senin öldürdüğünü söylemişler.
- Bildiğim kadarıyla ailesiyle görüşmüyordu. Bu yüzden Denizli'den ayrıldı.
Ailesi Gülden'in bana neler yaptıklarını biliyor, ama boşandıktan sonra onun
nasıl yaşadığını bilmiyorlar. Sanırım bu nedenle benden şüphelenmişlerdir.
- Peki arkadaşım. İfadeni yazalım. Yarın dosyanı savcılığa gönderinceye dek
misafirimiz olacaksın.
- Nasıl öldürülmüş?
- Olay bizim bölgemizde değil. Muğla'dan, seni alıp dün akşam nerede
olduğunu soruşturmamızı istediler. Söylediklerine göre açık bir şekilde
intiharmış, fakat ailesi senden şikâyetçi olmuş.
- İntihar mı etmiş ?
- Evet. Kendini yedinci kattan atmış.
Öne doğru eğiliyorum. Dirseklerimi dizlerime dayayıp yüzümü tutuyorum.
Gözlerim yaşarıyor. Rol değil -bunu yapabilirim-, gerçekten ağlıyorum. Neden
ağladığımı da biliyorum; ilk defa bilgi verdi, demek ki bana inanıyor. Bu büyük
bir rahatlık ve boşalma sağlıyor. Ama o böyle düşünmüyor. Gülden'in kendisini
öldürmüş olmasının, bir başkasının Gülden'i öldürmesine kıyasla beni daha çok
yaraladığını ve bu yüzden ağladığımı sanıyor. Sevecenlikle sırtıma birkaç kez
vuruyor.
- Boş ver arkadaşım.
- Onu bir başkası öldürse bu kadar üzülmezdim.
- Neden?
- Bu kadar çaresiz olduğunu bilmiyordum. Birlikte yaşadığımız ev de yedinci
kattaydı.
Üzünçle başını sallıyor, "Öldürülseydi bunun bir suçlusu olurdu ve
öldürülmesi en son beni ilgilendirirdi. Ama o kendim öldürmüş; belki de
öncelikle beni ilgilendiren bir durum bu, kendini öldürmüş olduğu için ben de
suçluyum" demek istediğimi anlıyor. Daktiloya dönüyor. Her cümlede benim de
görüşümü alarak ifadeyi tamamlıyor. Gösterdiği yeri imzalıyorum. Akif'i
çağırıyor. Hazırladığı sevk kâğıdını uzatıp doktor raporu için hastaneye
götürülmemi istiyor. Birlikte çıkıyoruz. Garajdaki sivil araçlardan birine
binerken arabamın bıraktığım yerde olmadığını görüyorum, karşı tarafa park
etmişler. Park yeri epeyce boşalmış. Anahtarlarım nerede acaba?
Döndüğümüzde Akif raporu amirine veriyor. Pantolonumun kemerim, cüzdanımı,
sigara paketimi, cep telefonumu ve plastik çakmağımı tutanakla listeleyip teslim
alıyorlar. Arabamın anahtarlarını sorduğumda, anahtarlığı getirip bütün
anahtarları sayarak listeye ekliyorlar. Üzerine bitişik on kutucuk çizilmiş sarı
bir kâğıda her iki elimin de parmak izleri almıyor. Akif'le birlikte zemin
kattaki merdivenden aşağıya iniyoruz. Kapılan demir parmaklıklı, yan yana
hücrelerden birinin kapısını açıyor. İçeri giriyorum. Kapıyı kilitleyip gidiyor
ama biraz sonra geri gelecek; bana, içini kontrol etmek koşuluyla -bunu ben
istedim, ama istemesem de yapacağını biliyorum- arabadaki çantamı getirecek.
Hücrenin dibinde oturabileceğim bir bank var, şu parklarda kullanılanlardan.
Koridordaki cılız ampulün sarı ışığı hücrenin yan duvarını aydınlatıyor. Altı ay
önce de bu hücrede kalmıştım. Oturup, üzerine parmaklığın gölgesi düşen tanıdık
duvara bakıyorum. Duvardan yansıyan sarı ışık gözümü alıyor. Gözlerimdeki
kamaşma ve dalgınlığım geçtikten çok sonra duvardaki düzensiz badana izlerine
takıldığımı fark ediyorum.
Akif çantamı getiriyor, içinden birkaç boş teksir kâğıdı ve ucu açılmamış
bir kurşunkalem çıkarıyorum, bir de içinde "Önceki Mektuplar" bölümü olan
dosyayı. Hücre yazabileceğim kadar aydınlık. Bir öykü yazabilirim şimdi, bu
sıkıntımı hafifletir. Bir hücrede, kimseyle ilişkisi olmadan yaşayan birini
düşleyebilirim.
Çantamdan gümüş renkli dolmakalemi çıkarıyorum. Kapağını açıp içindeki küçük
ama sağlam çakıyla kurşunkalemin ucunu sivriltiyorum. Kâğıtları dosyanın üstüne,
dosyayı da dizime koyup hücreye girdiğimden beri aklımda olan cümleyi yazıyorum.
"Gülden Kale'yi çok sonra fark ettim."

III

Düştü

"Arif anı seyreyler."


İbrahim Hakkı / Tefvizname

Gülden Kale'yi çok sonra fark ettim.


Bu daracık hücreye getirildiğimden beri karşı duvarda bir gariplik olduğunu
hissediyordum. Hücreye ilk girdiğim an, binaları kesme taştan yapılmış bir
cezaevinin, tüm mobilyası ahşap bir kerevet, plastik bir sürahi ve hacet
gidermek için kapaklı bir teneke kovadan ibaret bir hücresinin iç duvarlarının
neden kireçlenmiş olabileceğini sormuştum kendime; bir Roma hamamının boyanması
kadar garipti bu. Üstelik hücreye getirilene dek geçtiğim koğuşlarda ve
koridorlarda boyanmış başka bir duvara rastlamamıştım. İlk günler bu gariplik
için bir açıklama bulmuştum; evet, kirecin böcekler için olabileceğini
düşünmüştüm sanırım. Şimdi, onu saklamak için kaldığım hücrenin duvarlarını
boyadıklarını biliyorum.

Hücre kapısının alt kısmına kovanın geçebileceği büyüklükte küçük bir kapı
daha yapmışlar. Ana kapı hiçbir zaman açılmıyor. Küçük kapı günde iki defa
açılıyor. Gün doğduktan epey sonra, sık yıkanmadığı kenarlarındaki kurumuş yemek
artıklarından belli olan derin metal tabaklarda, malzemesini hiçbir zaman
bilemediğim ve çoğunlukla bir öncekine hiç benzemeyen lapaya benzer soğuk çorba
veriyorlar. Çorbanın üstüne koydukları kaşık ve küçük bir parça ekmek -nadiren
taze- batmadan durabiliyor. Küçük kapı açıldığında tası alıp kerevetin üstüne
koyuyorum ve acele ederek kovayla bir önceki günden kalma yemek tabağını
çıkarıyorum. Acele etmezsem kapı kapanıyor ve kova ertesi güne dek değişmiyor.
Görevli tabağı alıp arabanın alt tarafına atarken elim kova kapağının üstünde
bekliyorum, kovayı alacakken kapağını açmam gerekiyor. Yalnız ayaklarını
görebildiğim görevli kovayı alıp tekerlekleri küçük ama kendisi büyük bir el
arabasının üstünde duran varillerden birine döküyor, sonra diğer varilden
maşrapayla kovaya su döküp çalkalıyor ve içindeki suyu tekrar ilk varile
döküyor. Sonunda kovaya bir maşrapa su koyup kapı önüne bırakıyor. Kovayı alıp
hemen sürahiyi uzatmam gerekiyor, geç kalırsam kapı kapanıyor ve hem kovasız hem
susuz kalıyorum. İçtiğim suyu da kovaya koydukları suyun bulunduğu varilden
dolduruyorlar. Gün sonuna doğru küçük kapı tekrar açılıyor, sabahki tabağı ve
kaşığı alıp benzer bir tabağın içinde bu kez gerçek bir çorbaya benzeyen sebze
yemeği, kaşık ve ekmek veriyorlar. Sürahiyi uzatırsam kimi zaman doldurma
inceliği gösteriyorlar. Kapının yüz hizasına gelen bölümünde alttaki küçük kapı
gibi ancak dışarıdan açılabilen küçük bir kapak var. Kimi zaman -asla periyodik
değil ama yalnızca hava karardıktan sonra- bir gardiyan kapağı açıp üstüme fener
tutarak bana bakıyor, sonra tekrar kapatıyor.

Kapının karşısına gelen küçük duvarın üst tarafında, hemen hemen bir karış
yüksekliğinde, beş parmak eninde, pencere olarak düşünülmüş bir delik var.
Ranzanın üstüne çıkıp zıplasam bile dışarıyı göremeyeceğim denli yüksekte, ama
öğleden sonra delikten bir süre güneşi görebiliyorum. Işık önce yere vuruyor,
yükselip hücre kapısına tırmanıyor ve tavana yaklaştığında kayboluyor. Hücre
kapısında, yetişemeyeceğim kadar yükselene dek yüzümü, kollarımı olabildiğince
güneşte tutmaya çalışıyorum. Havalar soğudukça ışık her gün biraz daha karşı
duvara daha yakın düşüyor yere; bir süre sonra yalnız karşı duvarda belirip kısa
bir süre sonra kaybolacak. Kapı ve karşı duvar arası altı adım; her gün kapı ve
duvar arasında düzenli olarak yürümeye çalışıyorum. Kimi zaman kerevetle duvar
arasındaki dar boşlukta çeşitli hareketleri yapabilecek gücüm oluyor, ama bunu
alışkanlığa dönüştüremeyecek denli zayıfım.
Bu koridordaki hücrelerde üç kişi olduğumuzu sanıyorum, yemek dağıtımı
sırasında benimkinden başka iki kapı daha açılıyor. Görevliler asla
konuşmuyorlar. Üç günde bir, soğuk su dolu bir kovayla sabun veriyorlar, kapı
dibinde, mümkün olduğunca yere sıçratmadan -rutubet yapıyor- kirli suyu hacet
kovamın içine dökmeye çalışarak kafamı yıkıyorum, bezi köpürterek bedenimi
siliyorum. Onar gün arayla bir berber küçük kapı içinde tuttuğum başımı
-sakallarım da dahil- sıfır numara makineyle içeriye girmeden ve hiç konuşmadan
tıraş ediyor. Tıraş sırasında başımı dışarı çıkarmam ve berbere bakmam yasak,
kıllar başımın altında tuttuğum pis kokulu kovaya dökülüyor. Koltukaltımdaki ve
edep yerlerimdeki kıllarım uzadığında terlemeye çalışarak yoluyorum, terli
olduğumda daha kolay yolunuyor.

Günlerimi çoğunlukla kerevete uzanıp karşı duvara bakarak geçiriyorum. Bu


şekilde sürdürülmeye çalışılan bir hayatın zorluklarından söz etmeyeceğim;
alıştığınız bir rutini bile -sabah kalkıp akşam yatmak gibi- bu hücreye
uyduramazsınız. Günler geçtikçe uykularınız saat değiştirir, gündüz can
sıkıntısıyla uyuyup bütün geceyi uyanık geçirebilirsiniz.
Başta, günlük alışkanlıklarımı hücreye uydurmak için çabalıyordum, ancak
gündüzleri yapacak bir iş olmadığından oldukça güçlük çektim. Sonra bu denli
sınırlı bir hayatı göğüsleyebileceğim bir savunma mekanizması geliştirdim.
Burası benim hücrem. Burada yalnız ve güvendeyim. Mutlu olmayabilirim, ama
acı da çekmiyorum. Hücreniz benimki kadar küçük ya da dünya kadar büyük
olabilir, ama hep bir hücredesinizdir. Gündüzleri ya da geceleri sizi oyalayan
bir işiniz vardır, ama bir gün sıkılırsınız. Ne kadar eğlenceli olursa olsun
yaptıklarınız bir gün alışılmış hale gelir, sınırlar hep vardır çünkü. Oysa
şimdi, nasıl bir hücrede olursam olayım hayatı katlanabilir kılan bir sığmak
olduğunu biliyorum; düşlerim. Hücremde zamanı belirsiz öyküler düşlüyorum,
olmayan kahramanlar yaratıyorum, bilmediğim mekânlarda yaşamadığım ilişkiler
kurguluyorum.
Haftada bir yeni iç çamaşırı veriyorlar. Üstümdekileri verip temizleri
alıyorum; bir fanila ve bir uzun don. Dördüncü çamaşır değişiminde pijamaya
benzeyen çizgili formalarımı da değiştiriyorlar. Kerevetin üstünde çarşafsız bir
şilte, sert tüylü bir battaniye, kılıfı olmayan, kirden rengi atmış bir yastık
var. Geldiğimden beri bunları hiç değiştirmediler, oysa bu hücrede en çok
kullandığım eşyalar onlar. Neredeyse tüm zamanım kerevette geçiyor. Uzanıyor ve
düşlüyorum. Her düşleyen gibi benim de bir gözlem alanım var, bir öykü makinesi
de diyebiliriz ona. Bütün öykülerimi ondan çıkarıyorum; ondan, yani Gülden
Kale'den.

Bir gün uzanmış karşı duvara bakıyordum, birden o duvarın diğerlerinden


değişik olduğunu fark ettim. Diğer duvarlar taşların birleşme yerleri dışında
dümdüzdü, kireç taşların yüzeyini pürüzsüz kapatmıştı. Oysa karşı duvar acemi
bir boyacının elinden çıkmış gibiydi; kireç kimi yerlerde çizgiler halinde
çöküntü yapmış, yuvarlak ya da düz, uzun ya da kısa, kesik kesik, karışık izler
oluşturmuştu. Ortadaki bir bölümü kaşığın sapıyla kazımaya başladım, altta
haritaya benzeyen bir şekil belirdi. Duvarı suyla ıslatıp hava kararana dek
kazımayı sürdürdüm. Hücrede ışık olmadığından geceyi neredeyse uykusuz geçirip
sabahı bekledim. Üç günün sonunda duvardaki tüm kireci kazımıştım.
Üst çizgileri, kereveti karşı duvara yanaştırıp üstüne çıktığımda başımın
biraz üstünde kalıyor. Alt tarafı yerden bir karış yükseklikte. Ona neden Gülden
Kale adını verdiğimi söylemeliyim; içerdiği, anlamlandırılabilecek ya da öykü
içeren tek yazı olmamasına karşın, duvarı bir sayfa ya da tuval olarak
düşündüğünüzde ancak adının yazılı olabileceği yerde, sağ alt köşesinde "Gülden
Kale" yazıyor. Hiçbir zaman bıçak vermedikleri düşünülürse, benden önce burada
kalanlardan biri kaşıkla (kimi figürlerdeki incelik, çakı gibi daha ince bir
metali akla getiriyor) kazımış olmalı Gülden Kale'yi. Yapanın adını bilmiyorum,
ama "Gülden Kale" yazısının hemen yanma, anlattığı öykünün tüm olayları,
kişileri, mekânları gibi adını da simgeselleştirerek kazımış. Duvar, yalnızca
meridyenlerden ve paralellerden oluşan içi boş küre biçiminde imzalanmış;
meridyenlerin ve paralellerin oluşturduğu küre bir kafeste, parmaklıklara
asılmış, bitkin, çaresiz, kıstırılmış bir adam var.

Duvar boyunca kimi ince, kimi kalın hatlarla üzerinde epey çalışılmış
figürler var; hiyeroglif gibi ayrıntılarından ya da ardışık işaretlerinden
öyküler çıkarılabilecek imgeler dizileri. Art arda bakarsanız başka anlamlar
çıkarabilir, yukarıdan aşağıya farklı bir öykü yaratabilirsiniz. Önceleri
birbirinden bağımsız olaylar, karakterler ve mekânlar üretiyordum. Sonra kimi
figürlerden bir öykü çıkarmayı başardım.
Öykü, sol üstte tartışılmayacak denli belirgin bir gül figürüyle başlıyor,
gülün sağında bir kale (ya da burç) figürüyle devam ediyor. Gülün hemen altında,
sağ alttaki imzaya benzeyen, ama daha küçük olduğu için pek anlaşılamayan kafes
küre var. Sonra üçü gösteren bir saat, boşlukta yüzen denizsiz bir gemi, iki
yapraklı elma, ne olduğu anlaşılsın diye doruğunda kar çizgileri bulunan bir
dağ, el ele tutuşmuş iki çocuk, kibrit çöpünden yapılmışa benzeyen ve yönü
değişebilen bir ev, güneş, balık, iri göğüslü, yönü erkeğine dönük bir kadın,
dallara sarılmış yılan, ancak alevlerine bakıldığında, yanındakilerin su, hava
ve toprak olduğu anlaşılabilen ateş, belki de hilal olarak çizilmese ay olduğu
anlaşılamayacak otuz sayısı, oku duvarın diğer ucunda duran bir yay, içindeki
mektubu saklayan bir zarf, kanatlan açık melek, kalem olduğu belirgin bir tüy,
takımyıldızlar, kuş, at, yalnız bir ağaç, bıçak, akrep, kafasında tüylü bir zırh
bulunan savaşçı, kaplan ve daha birçok figür duvar boyunca yana ve aşağıya doğru
sıralanıyor. Öyküye dilediğim yerinden başlayabilirim. Neresinden başlarsam
başlayayım hep aynı anı anlatacağımı, figürleri nasıl tanımlarsam tanımlayayım
hep aynı öyküyü düşleyeceğimi biliyorum. Bunun için kerevete uzanıp gözlerimi
kapatıyorum. Açtığımda gözüme ilk çarpan figürle başlamak hoşuma gidiyor.
Diyelim ki ilk, iki ayağı üzerinde şaha kalkmış kızgın boğa figürünü gördüm.
Daha önce onu, yarandaki üç dilli mızrak nedeniyle iblis olarak tanımlamış
olmama aldırmadan öyküye başlıyorum.
Boğanın, sağındaki altı kollu adam (altı sayısı ya da Buda) fi-gürüyle ve
onun sağ üstündeki nehirle birleştirilmesi Satapatha'yı, Brahma'yı,
Mahabharata'yı, Manu ve Rishiz'i, Vişnu'yu, Ganj'ı ve kalpa yılını akla
getiriyor. Buda, sağdan sola okunduğunda "Serendib" sözcüğünün son şekli olarak
yerini almış. Altı kollu adam şeklinin altındaki iki çocuk (Mısır'ın iki kardeşi
Anup ve Bata, Habil ve Kabil ya da Sam ve Yafet de olabilir) şekli, dağ (Nisir,
Gordiyen, Nizar, Himayat, Cudi ya da Parnassos) ve akrep şekilleriyle Roma
rakamıyla yazılmış iki sayısına bağlanıyor.
Bütün bu simgelere art arda baktığımda öykü anını görebiliyorum; ikizlerin
(yalnızca Kastor ve Polluks'un) altıncı kadirde göründüğü o kısacık anı, 6
haziran günü, saat 6'yı; üstünde bir akrep olan Tagut'un, Baal-zebub'un ya da en
bilinen adıyla iblisin zamanını.
Serendib'den yazılmış, Âdem'in mektubunda anlatılan bir öykü bu; ruhu
karmanda olgunlaşmış Adam Kadmon'un öyküsü. Epimeteus ile Pandora'nın, Urstier
ile Gayomard'ın, Törüngey ile Eje'nin, Embla ile Ask'ın, Ying-yi ile H-moi'nin,
Su ile Tefret'in öyküsü.
Öyküyü kim mi anlatıyor?
Rin-ta-riod-gar, Hepat ya da Atman, ne önemi var?

IV

Kapı gürültüyle açılıyor. Gözlerimi açar açmaz nerede olduğumu anımsıyorum,


ama gördüğüm düş kapıda durup beni çağıran Akif'e cevap vermeme engel oluyor;
doğrulup oturuyorum ve bir süre sonra, çay demlediklerini, içmek isteyip
istemediğimi soran Akif'e ancak "Evet" diyebiliyorum. Birlikte yukarıya
çıkıyoruz.

Hamileydin ve çırılçıplak uzanmıştın. Nereye uzandığını bilmiyorum, senden


başka her yer karanlıktı. Karnın kocamandı, ama senin karnın gibi değildi. Sen
yine eskisi gibi zayıftın, şişlik göbeğinin üstüne yapıştırılmış gibi, başka bir
şeymiş gibi duruyordu. Gülümseyerek şiş karnım okşarken içim acıyordu, bebeğin
benden olup olmadığını düşünüyordum. Sonra birden bir çukurun içinde gördüm
ikimizi. Dibinde değildik, dibi görünmüyordu, çukurun herhangi bir yerinde
duvara tutunmuş bekliyordum. Çukurdan çok karşılıklı iki duvardı sanırım.
Duvarlar çamurdu, duvar boyunca uzanan sık aralıklı paralel demirlere
tutunmuştum. Demirler birilerinin tutunmasından çok duvar çökmesin diye
yapılmıştı sanki. Korkmuş değildim, demirleri kullanarak tırmanabileceğimi,
yukarıya çıkabileceğimi düşünüyordum. Sen karşı duvardaydın, çırılçıplaktın ve
bir elinle göbeğine yapıştırdığın kitabımı tutuyordun.
Koridordaki duvar saati üçü gösteriyor. Epeyce uyudum sanırım. Hücre
metniyle uğraşırken çok zaman geçmemiş demek. Birlikte amirin odasına girerken
Akif açık kapıyı tıklatmayı ihmal etmiyor. Oturuyoruz. Komiser rahat edip
edemediğimi soruyor. Yüzünde alaycı bir ifade var gibi, kuşkulanıyorum.
Gösterdiği sandalyeye otururken "Evim gibi değil ama idare eder" diyorum.
Masasının üzerindeki bir kâğıdı bana uzatırken elinde tepsiyle bir polis içeriye
girip üç çay bırakıyor. Kâğıdı alırken, "Bu ne?" der gibi komisere bakıyorum.
"Gülden Kale'nin intihar mektubu, Muğla'dan faksladılar" diyor. Okul defterinden
koparılmış, kareli tek yaprağın bir yüzünü faks çekmişler. Kimi harfler
karanlıkta yazılmış gibi birbirine karışmış ama Gülden'in elyazısını hemen
tanıyorum.

"ölüme çok yakın hissediyorum. Komik olan ne biliyor musun ? Buna rağmen
olmadık şeyler düşünüyorum. Saçlarımı boyamak, kulağıma bir delik daha açmak ya
da yeni giysiler almak gibi.
Bir tabancayla çok kolay olurdu intihar etmek. Düşünecek, pişman olacak,
geri, dönecek zamanın kalmazdı. İlaç ya da jilet, dikkat çekmeye çalışıyorum,
ilgi istiyorum demek zaten. Bunu hiç kimseye ulaşamayacağın bir yerde yapmazsan
geri dönecek bol bol vaktin var.
Ya kendini asan biri... İp boynunu sıktığında ölene kadar neler düşünür?
İpin kopmasını, tavanın çökmesini ister mi ?
Ya da kendini yüksek bir yerden atan biri düştüğü o birkaç saniyede neler
hisseder? Pişman olur mu, geri dönmeyi, bir yerlere tutunabilmeyi ister mi ?
Belki ölmeliyim. Belki sana yeniden kavuşabileceğime dair umut taşıyan tüm
gemileri yakmalıyım. Kendimi asla bağışlamayacağım şeyler yapmalıyım ki senin de
beni bağışlamayacağından emin olabileyim. Günaha batmalıyım, hatalar yapmalıyım,
belki tanımadığım o kadına tamamen teslim etmeliyim bedenimi, onu çağırıp o
olmalıyım belki.
Artık hiçbir şeyi kayıp olarak görmüyorum; yaşam dahil. Bir yandan böyle
hissederken diğer yandan benim gibi birinin nasıl olup da halen intihar
etmediğine şaşırıyorum.
Terastayım. Çırılçıplak, şehre karşı şarap içiyorum.
Şarap. Birlikte en çok içtiğimiz içki. Şimdi kendimi bu halde bıraksam
boşluğa, bedenimi bahçede çırılçıplak bulsalar sabah. Anneler beni görmemeleri
için çocuklarının gözlerini kapatsa.
Bahçenin çimleri sokak lambasının ışığında nasıl da parlıyor, beni nasıl da
çağırıyor. Hoşça kal,"

Başımı öne eğiyorum. Komiser kâğıdı elimden alıp tekrar masaya koyuyor.
"Çayını soğutma" diyor. Bana yazılmış olduğunu tahmin ediyor olmalı. Sorularım
sorarken dik dik gözlerime bakıyor. Bir süre bekleyip elimle gözlerimi
ovuşturduktan sonra çayın şekerlerini içine atıyorum. "Birden karar vermiş"
diyor sonra, "Mektuptan anlaşılıyor. Bir anda cinnet gelmiş, pişmanlık duygusu
cinnete dönüşmüş." Sanki aklında başka bir şey var da söylememek için kendisini
zor tutuyormuş gibi bir hali var. Bir şey söylemeye, herhangi bir tepki vermeye
korkuyorum. "Zaten insanın kendini öldürmesi çok zordur, cinnet gerektirir. Yazı
ona mı ait?" Gözlerim buğulu başımı sallıyorum. "Dün arabanın yağını
değiştirmişsin." Başımı kaldırıp dalgın dalgın duvara bakıyorum. "Evet, dün
işyerinin bakımhanesindeki çocuklara söylemiştim. Değiştirmiş olmalılar."
Çekmecesinden iskambil kartı büyüklüğünde bir kâğıt çıkarıyor.
- Bunu arabanda bulduk. Güneşliğin arkasındaki cepteydi. Yağ kontrol kartı.
Üzerinde senin arabanın plakası yazıyor.
- Evet. Her periyodik balamda yenisini koyarlar.
- Hayvan oğlu hayvan! Sana dün evden ayrılıp ayrılmadığını sordum. Sen de
bana, ayrılmadığını söyledin.
Ayağa kalkmış, üzerime eğilmiş, gözlerini mümkün olduğunca gözlerime
yaklaştırmış durumda. Bağırırken ağzından saçılan tükürükler yüzüme geliyor.
Olabildiğince büzülmüş olduğumu fark ediyorum.
- Burada arabanın kilometresi kırk bin yazıyor. Dünden beri dört yüz elli
kilometreyi nerede yaptın?
- Sakin olun komiserim.
Sağ eliyle elinden geldiğince güçlü bir tokat savuruyor. Başım yana
savrulurken Akif'in bize baktığını ama kayıtsızca çayını yudumladığım görüyorum.
Komiser, neredeyse fısıltı gibi çıkan sesime inat bağırıyor.
- Cevap ver itoğluit!
Burnum akıyor, umarım kan değildir. Yanağımı tutuyorum, ateş gibi yanıyor.
Büzüldüğüm sandalyede doğrulmaya çalışıyorum. Ben doğruldukça o geriliyor.
Burnumu çekerek ağlamaklı sesimi biraz yükseltiyorum.
- Bana dün gece nerede olduğumu sorduğunuzda, ben dernekteki konuşmam
nedeniyle burada olduğumu sanıyordum. Geberip giderken arkasında mektup da
bırakmış bir belanın ayağıma dolanacağından habersizdim. Gidip onu öldürdüm, bu
mektubu da ben yazdım öyle mi?
Elimin tersiyle burnumu silip bakıyorum, iyi, kan yok. İki elini birden bana
uzatıyor, kolumla yüzümü korumaya çalışıyorum, boynumu sıkıyor.
- Sana dün gece neredeydin diyorum yavşak! Cevap ver!
Bana inandığı için sinirleniyor galiba. Onu kandırdığım, daha doğrusu
kandırmayı başardığım için, bunca yıllık deneyimlerine olan inançları sarsılmış
olabilir. Ona, "Sakin olun" dememeliydim.
- Kuşadası'ndaydım.
- Kuşadası'nda miydin? Niye gittin Kuşadası'na?
- Komiserim, size doğruyu söylüyorum. Şimdi size, orada annemlerin evi var
diyebilirim, ama annemlere gitmedim. Kontrol edebilirsiniz, şu anda oradalar.
Bir arkadaşımı görmeye gittim. Gece onunlaydım, sabaha karşı geriye döndüm.
- Arkadaşın kim ?
- İfade vermesi gerekiyor mu? Ailesi şehrin tanınan ailelerinden.
İlişkimizden haberleri yok. Duyulursa çok üzülürler.
- Sen bilirsin. Bak söylüyorum, kendini yakacaksın.
- Komiserim, dernekten döndüğümde gerçekten evden çıkmayı düşünmüyordum. Ama
arkadaşım telefon etti ve beni görmek istediğini söyledi, iki kadeh şarap
içmiştim, bu yüzden tamam demeden önce biraz nazlandım hatta. Ona doğru arabaya
atlayıp yola çıktım. Ha, bir de Sarayköy'den benzin aldım. Kredi kartımın
ekstresine bakabilirsiniz. Muğla'ya gidecek olsam neden Sarayköy'den benzin
alayım?
- Bakarız. Kart numaranı ver.
- Ezberimde yok. Cüzdanımda...
- Akif, arkadaşın eşya torbasını getiriver. Sonra ne yaptın?
- Yarımda arkadaşımın yanındaydım. Evlerinin yan sokağına park edip telefon
ettim. Ailesi ön bahçede oturuyormuş. Onlara hissettirmeden arka bahçenin
duvarından atladım. Arkadaşım beni karşıladı, birlikte odasına çıktık. Gece iki
buçukta sessizce evden çıktım, Denizli'ye döndüm.
Akif elinde siyah bir poşetle odaya giriyor. İçinden cüzdanımı çıkarıp bana
veriyor. Kart numaramı söylüyorum, komiser not alıyor. Sigara içip içemeyeceğimi
soruyorum. Ses çıkarmıyor. Poşetten sigara paketimi ve çakmağımı alıp birer
sigara da onlara ikram ediyorum.
- Bak arkadaşım. Bize yalan ifade verdin, ama mazeretini anlıyorum. Şu
arkadaşının adını ver. Ben de önceki ifadeni yırtıp tek ifaden buymuş gibi
yeniden yazayım. Yalan söylediğini görmezden geleyim. Ama senin için bütün
bunları bile bile, "Bütün gece evdeydi" yazamam. Anlıyor musun?
Öne doğru eğilip dirseklerimi dizlerime dayıyorum. Sigarayı özlemişim. Bir
süre bekleyip Filiz'in adını veriyorum. Ona ulaşabileceği bir telefon numarası
istiyor. Cep telefonumda kayıtlı olduğunu söylüyorum. Akif poşetten telefonumu
çıkarıp bana veriyor. Açıp şifreyi giriyorum. Telefon şebekeyi ararken kayıtlı
numaralar mönüsünü açıp Filiz'in numarasını söylüyorum. Telefonu kapatıp Akif'e
vermeden önce, bana ulaşmak için telefonumun açılmasını bekleyen "GALİBA
ANLADIM. Filiz" mesajını silecek kadar zamanım oluyor.
Komiser ifademi değiştirmek için daktiloya kâğıt takarken, kaşıyla dolu çay
bardağım gösteriyor. Soğumuş ama yine de içiyorum, ifadeyi imzaladıktan sonra
Akif beni hücreye götürmek için kalkıyor. Kapıdan çıkarken komisere dönüp, "Bir
şey daha var, sonra başıma bela olmasın" diyorum. Başını Filiz'in telefonunun
yazılı olduğu kâğıttan kaldırıp neredeyse yüzü aydınlanarak bana bakıyor. Ben
çıkar çıkmaz Filiz'i arayacağına eminim.
- Altı ay önce yine buraya gelmiştim.
- Ne için?
- Gülden beni şikâyet etmişti. Bunun için ifade vermeye gelmiştim.
- Ne diye şikâyet etmişti ?
- Onu dövdüğümü iddia etmişti.
- Eee?
- Dövmemiştim.
Gözleri dalmış gibi bana bakarak başını sallıyor. Artık hakkımda bir karar
vermiş olmalı. Odadan çıkıyorum.
Akif hücre kapısını kilitlerken, ardında bir mektup bırakmış ve intihar
ettiği neredeyse kesin olan biri için bu denli üstüme gelmelerinin nedenini
soruyorum ona. Bilmediğini, ancak ölenin ailesinden birinin oldukça güçlü
tanıdıkları olduğunu sandığını, çünkü Muğla'daki savcının bu dosyaya özel bir
önem gösterdiğini söylüyor. Sırf bu dosya için Denizli'ye gelip buradaki
savcının yardımını istemiş. Kendilerine kalsa beni burada bile tutmazlarmış.
Üstelik canı sıkılan sadece ben değilmişim; Fatih Kaftan ve soyadını
anımsayamadığı Hasan adlı iki kişinin daha aynı nedenle şu anda İstanbul'da
sorgulandıklarını bildiğini ekliyor. Belki bir şey söylerim diye bir süre
kapının önünde bekliyor. Bütün gün çalışmıştı, şimdi neden burada? Geriye dönüp
banka doğru yürümeye başladığımda koridorda uzaklaşan ayak seslerini duyuyorum.
Kuşkucu olduğumu söyleyenler haklı sanırım, tatildeki bir arkadaşının nöbetini
tutuyor olabilir.
Banka oturup orada bıraktığım çantamdan kâğıt kalem çıkarıyorum, bir de
kâğıtların altına koyabileceğim bir dosya. "Mutlu Günlerinde" taslaklarının
olduğu dosya bu. Onlara hissettirmeden pantolon cebime sıkıştırdığım, belki de
almama göz yumdukları paketi çıkarıp bir sigara yakıyorum.

Beklediğin gibi bir metin yazacağım sana.


Oysa bilirsin, tarzım bu değildir. Ben olanı gösterir, söylediklerimden,
söylemediklerimi anlamam beklerim.
Ama işte, ilk ve son kez beklediğin gibi bir metin yazacağım sana.
Mektuplarına, sarı defterine ve o karanlık tarafını sakladığın mavi defterine
alıntılar yaptığın yazarlar gibi yazacağım. Mavi defteri görmek istediğimi sana
hiç söylemedim, oraya neler yazdığını biliyor olduğumu bilmeni istedim çünkü.
Senin de bildiğini, karanlığımı anladığım sanırdım. Öyle ya, karanlık
tarafımın da seninle dolu olduğunu bilsen gitmezdin. Bu yüzden şimdi, geç kalmış
olsam da anlamanı beklemek yerine, yüzüne söylemeyi tercih edeceğim.
"Biliyorsun, sen düştüğün zaman ölmedin."

Mutlu günlerinde

Ay'a...

Biliyorsun, sen düştüğün zaman ölmedin.


Hep içinde olduğun ama benimle farkına vardığın, içinde kendini yapayalnız
hissettiğin kendi hücreni reddetmek istediğinde öldün. Sana sunulan, yüzüne
söylenen, hiç bitmeyecek sandığın aşkların geçici olduğunu anladığın zaman.
Düştüğünde ölüydün zaten.

Ben de isterdim inan, kendimizden başkasını da kendimiz kadar sevebilelim.


Ben de isterdim, içimizdeki aşk nesnesi kendimizden başka bir şey olsun.
Ben de isterdim aşklar hiç bitmesin.
İsterdim ki bir dudağa değdiğinde dudaklarımız, artık başka dudağa değmesin.
Ellerimiz başka eller tutmasın, gözlerimiz başka gözlere bakmasın.
İsterdim ki aklımıza başka akıllar, bedenlerimize başka bedenler düşmesin.
İsterdim ki biri öldüğünde, diğeri "Sen öldüğünde ben öldüm, biliyorsun"
desin, "Hiç düşünme sevgilim, çok kolay olacak" desin. İsterdim ki bunları bu
kadar kolay söyleyebilenler, diğeri öldüğünde bir nefes dahi alamasın.
Sana hiç söylemedim ama sırf buna inanmak uğruna, yerine ölebileceğimi
biliyorum. Bu metin olmasaydı, bunu hiç söylemeyeceğimi de bilirsin.
Çünkü senin ben olduğunu düşünüyordum, benim de sen. Hücrelerimizin
birleştiğini, ikimizin aynılaştığını düşünüyordum. Ben sende kendimi seviyordum,
kendimde de seni.
Konuşmadan anlaşırdık. Öyle sanırdım. Hücrelerimiz aynıydı çünkü. Canım
sıkkınsa, neden diye sorardın. Belki doğruyu söylemeye utandığımdan sana başka
bir şey anlatırdım, ama sen sıkıntımın gerçek nedenini bilirdin.
Sana sürekli "Seni seviyorum" demezdim, ama sen sevdiğimi bilirdin. Öyle
sanırdım. Bu yüzden gittin, bunu çokça söyleyenlere inandığın için. Bu kadar
kutsal bir sözü kolaylıkla söyleyebilenlere inandığın için.
Sana, seni sevdiğimi söylemek, kendimi sevdiğimi söylemek kadar kutsaldı
çünkü. Sen de anlamışsındır sanırım, ne kadar çok söylersen o kadar kolay
gidiyorlar.

Senin için üç kere ağladım, ilkini anımsıyorsundur. Şu sonradan vazgeçtiğin


arkadaşın Ayfer'in evine giderken, arabayı yolun karşısına park etmiştim. Geçen
otobüsün arkasından karşıya geçmeye kalkmış, otobüsün kapattığı taraftan gelen
arabayı görmemiştin. Araba sana çarpmamak için fren yapıp kaymış, kaldırıma
çıkmıştı. Sen sakindin, karşıya geçmiş benim de geçmemi, yanına gelmemi
bekliyordun. Geriye baktığında beni kaldırıma oturmuş ağlıyorken gördün. Neden
ağladığımı biliyor musun ? Neredeyse sözümü tutamayacak, yerine ölemeyecektim.
İkincisini, sen giderken çalışma masamın başında ağlayışım sanıyorsun ama değil.
O zaman ağlamamıştım. Sen öyle sanmıştın. Üçüncüsünü hiç görmedin, iyi ki
görmedin.
Ayfer'in lafıydı değil mi? "Mutlu günlerinde, yazacaklar altına" demişti
fotoğrafımızı çekerken. Şaka gibi gelmişti de gülüşmüştük, inanmak mümkün
değildi o zaman. Güle oynaya gezen iki mutlu çifttik, ne çok gezerdik. Erdoğan
arabayı kullanırken ben teybe neşeli bir kaset koyar, size dönüp, "Eğleniyor
muyuz arkadaşlar?" diye sorardım, Ayfer'le birlikte bağrışırdınız, "Eveeeet!"
Yine Gökova'ya gidiyorduk sanırım. Kahve, sigara molası için yol kenarında
durduğumuzda, dağların güzelliğine kapılarak, "Bu fonu kullanıp fotoğraflarımızı
çekelim" demiştik. Önce ben Ayfer ile Erdoğan'ın fotoğrafını çekmiştim. Sonra
Ayfer ikimizin fotoğrafını çekerken pat diye söylemişti işte, "Mutlu günlerinde,
yazacaklar altına."
Hücrene dayanamadın. Senin, kendin olduğunu unutturacak bir başkasını
istedin yanında. Ben işine gelmedim, çünkü senin, hep sen olmanı istiyordum.
Kendinle kalabilmeni, kendine katlanabilmeni istiyordum. Bir kişi olunmadan iki
kişi olunmaz diyordum.
Yalnızlığa dayanamıyor, ben duvarlarda kaybolduğumda yanında birini
istiyordun. Dışarıda değildim. Başkasıyla değildim. Biraz sabretseydin, kendinle
kalabilmeyi öğrenseydin, kendini kabullenebilseydin gitmeyecektin. Geri
geleceğimi biliyordun, hep geldim çünkü. Hücremin duvarlarında beni var edecek
bir şey arıyordum. Döndüğümde baktım ki yoksun.
Bu yüzden çocuk istiyordun. Ben gittiğimde yanında biri olsun diye. Çok
uğraştık değil mi çocuk için? Her gün doktora giderdin, iğneyle büyütülen
yumurtalarını, içine sokulan bir kameranın ekranında görmek için. Uygun
büyüklüğe gelince, yumurtaların kabuklarını çatlatmak için bir iğne yaparlardı
sana. İğneden otuz altı saat sonra sevişmemiz gerekirdi. Önceden sözleşir,
işimizi bırakıp eve dönerdik. Sen benden önce dönmüş olur, sanki çocuk için
değil de benimle sevişmek için bekliyormuşçasına çapkın bakışlarla kapıyı
açardın.
Sadece bir kez başarabildik. Ama bebeğimiz büyümek için yanlış yer seçti.
Rahmine gelemedi, belki de gelmek istemedi, kanalda kaldı ve orada çok az
yaşadı. Sen onu hiç görmedin, ama ben gördüm.
Onu içinden çıkarmak için ameliyata aldıklarında, seni kapıda bekliyordum.
Bir süre sonra doktor yardımcılarından birini gönderip beni içeriye çağırdı.
Üstüme yeşil bir önlük, kafama naylon bir torba geçirdiler. Ayakkabılarımı
çıkarıp steril terlikler giydim. Ameliyat masasının çevresinde dört beş yeşil
önlüklü insan vardı. Sen masada yatıyordun, her tarafın örtülüydü. Doktor
kenarda duran büyük ekranlı televizyona bakmamı istedi.
Bebeğimiz oradaydı. Yumurtadan yeni çıkmış tüysüz bir kuş yavrusuna
benziyordu. Büzülmüştü, uyuyordu sanki. Sanki onu oradan almasak büyüyecek, o an
belirsiz olan elleri ayaklan gelişecek, gözleri, dudakları, yüzü olacaktı.
Doktor, görüntüyü açıklamak ve onu göstermek için parlak bir metalle dürtüyordu.
Hiç tepki vermiyordu onun itelemelerine. Seçimini yapmıştı, gelmeyecekti. Sen
onu hiç görmedin. İyi ki görmedin.
Uzun kalmıştın içerde, kanı temizlemek uzun sürmüştü. Çıktığında neredeyse
kendine gelmiştin. Sedyeyle kalacağın odaya götürüp yatağına aldık seni. Bana
bakıp, "Çok üşüyorum" dedin, yüzünde katlanamayacağını bir acı ve çaresizlik
vardı. Doktor görevlilere, odayı neden ısıtmadıklarını sordu. Klimayı açtılar.
Bir battaniye daha istedim görevlinin birinden, biraz oyalanınca bağırdım hatta.
Üzerine eğilip, incitmemeye çalışarak sarıldım sana. Kulağıma "Çok üşüyorum"
dedin bir kez daha. Biraz daha sarıldım. Getirdikleri battaniyeyi üstüne örtmek
için seni bırakmam gerekti. Klimaya dönüp ayarını yükseltmekle uğraştım bir
süre, kimseye göstermeden gözlerimi silerek.
Olmadı. Çok istiyordun onu, gelmedi.
Gelmeyince gittin.

Sen gidince hücremin duvarlarını yıktım. Çırılçıplak ortada durdum ki


isteyen herkes gelsin. Geldiler. Duvarsız bir mabette toplanan, bilinmeyen bir
mezhebin dervişleri gibi toplandılar çevreme. İçlerinde sahte aşkları bile
olmayan yalnızlar vardı. Çevresindeki kalabalığa aldırmayan, hep yalnız olduğunu
bilenler vardı. Acılarını gömüp gelenler, yaralarını yalayanlar,
yaralanacaklarını bilenler de vardı. Yola yeni çıkanlar, yolun sonuna gelmişler
vardı. Seninle oynadıklarımıza benzer oyunlar oynadım onlarla. Yemek yerken,
şarap içerken, el ele dolaşırken, kendime bile hissettirmeden hep seninle
olduğumu düşündüm. Onları kıskandığımda seni kıskandım. Onlarla seviştiğimde
seninle seviştim.

Her yılbaşı saat on ikide biriyle seviştim.


Son yılbaşımızı anımsıyor musun? Dernek lokalinin sorumluluğu bendeydi, ama
başka bir arkadaş ilgileniyordu orayla. Nasıl da hazırlanmıştın yeni yıla; en
güzel giysilerin üzerindeydi, sade ama seni çok güzel gösteren bir makyaj
yapmıştın. Güzel yemekler, mezeler hazırlamıştın. Şarap içiyorduk. On birde en
güzel geceliğini giyip geldin yanıma. Karşıma oturup masanın altından
ayaklarınla bana sürtünüyor, kışkırtıyordun. Sabırsızdım ama beklememi söyledin.
Saatin on ikiye yaklaşmasını bekliyordun, ama yarım saat kala dernekten telefon
etmişlerdi. Polis baskın yapmıştı ve yetkili biri gerekiyordu.
Gittikten sonra yazdığın bir mektupta, yılbaşı gecesi saat on ikide ayrı
olduğumuz için ayrıldığımızı söylemiştin bana.
Diğerleri kaldılar mı sanıyorsun?
Onlarda hep seni aradım. Yoktun. Hücremin yıkık duvarlarından kalan taşlara
oturup kendileri için yeni bir hücre dilediler benden. Senin için yaptığımı
yapmamı istediler. Yapmadım.
Sende var sandığımı, kimsede var sanmadım.

Sen benden gidince ben de gittim kendimden.


Gittiğinden beri hiç ben olmadım, hep başkası sandılar beni. İsteyene
istediği gibi göründüm. Bir tek, benden beni isteyenlere vermedim kendimi.
Vermek istedim, ama bende değildim.
Denizi unuttum sen gidince. Hiç Gökova'ya gitmedim gittiğinden beri,
Azmakbaşı'nda balık yemedim, körfeze huzurla bakarak tahta köprüde sigara
içmedim. Ağzımda pipo, elimde olta iskelede balık beklemedim.
Daha önceki hayatında orada yaşadığım söylerdin. Bunu ilk ben söylemiştim
aslında. İlk gidişimizi anımsıyor musun? Yeni evlenmiştik. Otobüsle Marmaris'e
gidiyorduk. Sakar Geçidi'nden inmeye başladığımızda, birden tüm güzelliğiyle
karşımıza çıkıveren körfeze âşık olmuştuk. Muavine koyun dibindeki kasabada otel
olup olmadığını sorduğumda "Akyaka orası. Otel var ama otobüs girmiyor" demişti.
Yolun başında inip elimizde çantalarla iki kilometre yürümüştük.
Tekne turlarına çıktık, İncekum'a, İngiliz Koyu'na, Sedir Adası'na gittik.
Azmakbaşı'nda balık yedik. Her yer bana o kadar çok tanıdık geliyordu ki sana
bir ara, "Daha önceki hayatımda burada yaşadım sanırım" dedim. Sonraları sen
demeye başladın bunu, belki de inandığından değil, inanmak istediğinden
söyledin, iki yıl sonra, ilk gençliğimde okuduğum bir kitabı yeniden okuduğumda
Gökova'nın bana neden tanıdık geldiğini anlamıştım; Yaman Koray orada yaşıyordu
ve büyük orfozu orada avlamıştı.
Bu lafı neden benimsediğini biliyorum. Öncesi varsa sonrası da vardır, değil
mi ? Ne kadar mutlu olursak olalım, yüzümüzün bir yanı hüzün oldu hep. Ne kadar
mutlu olduysak o kadar da hüzünlendik üstelik. Tüm bu güzelliğin bir gün
biteceğini, karşı konulmaz bir biçimde bitişe doğru gittiğimizi biliyorduk. Ben
kabullenmiştim. Sen hep başka şansımız olabileceğini düşündün. Başka bir hayat
istedin.
Başka bir hayat istediğin için gittin.

Sen gidince iki kişi oldum.


Biri huzurlu, sakin, güvenli ve emin, diğeri aksi, hırçın, içten pazarlıklı,
kıskanç ve güvensiz. Biri ben kaldım, birini senin yerine koydum. Bazen biri
oldum, bazen diğeri, ama hiç ikisi birden olmadım. Kendimle kaldığımda huzurlu,
başkaları olduğunda aksiydim.
Sana güveniyordum. Yerime birini koyabileceğini, başkasına gideceğim hiç
düşünmedim. Sadece bir kez, evliliğimizin ilk günlerinde, bir cumartesi eve
erken geldiğimde seni küçük odada kendi başına şarap içerken bulmuştum.
İkirciklenmiştim biraz. Sonraları unuttum bunu, şimdi aklıma gelenlerse
-mutfaktaki diğer kadeh, küçük odadan yandaki çatıya geçilebilen açık pencere-
artık önemli değil. Nerede olduğunu, neler yaptığını senden kuşkulandığımdan
değil seni koruyabilmek için sorardım. Seni üzen ama bana söyleyemediğin
ayrıntıları bilmek isterdim. Üstesinden gelemeyeceğin kimi zorluklan canımı
sıkmamak için bana anlatamayacağından korkardım.
Sen gittiğinden beri kimseye güvenmedim.

Sen gidince sanki her şeyi unuttum.


Bu dosyaya mutlu günlerimizi yazacaktım. Nedense mutlu hiç bir anımız aklıma
gelmiyor. ? Ölümünü haber yapan gazeteciler ikimizin olduğu bir fotoğraf
bulsalar, altına, "Mutlu günlerinde" yazabilirler mi acaba?
Galiba biz hiç mutlu olmadık ya da mutluluk yazdıklarım kadar.
Biliyorsun, sen düştüğün zaman ölmedin.
Düştüğünde ölüydün zaten.

VI

Beni hücreden çıkaran polis, ifademin alındığı odaya girmeden önce eliyle
durmamı işaret ediyor, içeriyi görmüyorum, ama bu sinirli ses ifademi alan
komisere ait değil. Bu kadar bağırmaya karşı başka ses duyulmadığına göre
telefonla konuşuyor olmalı.
- Bize ne kardeşim Muğla istediyse... Kendin diyorsun intiharmış diye... Bu
yüzden içerde adam tutulur mu? Hakkında şikâyet varsa ifadesini al, bırak...
Valla müdür beye anlatırsın, biraz önce telefon etti gönderin diye... Vali bile
adama kitap imzalatmış Süleyman... Evet... Daha önce bir gece burada kalmış,
gazetede yazmadığını bırakmamış... Vali, müdür beyi aramış o zaman... Bir de
tokat atmışsın üstelik... Yaa savcı mavcı, sen ifadesini al, gönder. Bırak o
dövsün dövecekse... Dövmez tabiî, vereceği de takipsizlik zaten, ne yapacak?
Polis konuşmanın benle ilgili olduğundan habersiz içeriye girebilmek için
telefonun kapanmasını bekliyor. Kapının yanındaki aynada yüzüme bakıyorum;
gözlerimin altı şişmiş, çizgiler derinleşmiş ama sakallarım pek uzamamış.
- Kız ifadesini imzaladı... "Birlikteydik, Kuşadası'na geldi" diyor... Evet,
babasıyla geldi, adam çok sinirliydi... İnşallah başın ağrımaz Süleyman, o herif
pisliğin tekidir... Oldu bakalım, uyuyabilirsen uyu şimdi... Evet... Ne?
Tutanaklı eşyalarını mı verdin? Sadece anahtarları mı? Geri getirdi mi? Hepsi
tamam mı Süleyman, birazdan adama eşyalarını teslim edeceğim, bana iş çıkarma...
Tamam, tamam...
Polis kapıyı tıklatıp içeriye giriyor. Dur, dediği yerde bekliyorum. Bir
süre fısıldaşıyorlar. Çıkıp "Amirim sizi bekliyor" diyor, elinde bir dosya var.
Giriyorum, konuşmayı duymuş olmamdan sıkılmış olmalı, pencereden dışarıya
bakıyor. Girdiğimi yeni fark etmiş gibi bana dönüp "Adem Karman değil mi?
Dosyanızı savcılığa sevk edeceğiz. Arkadaşımız size refakat edecek" diyor,
içinde eşyalarımın bulunduğu poşeti bana uzatıyor. Teşekkür edip eşyalarımı
alıyorum.
- Aracınız vardı değil mi ?
- Evet, garaja park etmiştim.
-Mümkünse sizin araçla gidin, müsait aracımız yok şu an. Dönüşte
arkadaşımızı bırakırsınız.
- Bırakırım. Tekrar teşekkür ederim.
- Oldu bakalım.
Tokalaşıyoruz. Odadan çıkıyorum. Polisle birlikte garaja gidiyoruz. Arabamın
park edildiği yer yine değişmiş. Biniyoruz. Çalıştırıp motor ısınsın diye bir
süre bekliyorum. Teypteki kaset dikkatimi çekiyor. Teypte hiç kaset bırakmam,
biri arabamda müzik dinlemiş. Garbarek'in Officium'u... Torpido gözünü açıyorum,
diğer kasetlerim bıraktığım gibi duruyor. Kaseti teypten çıkarıp yerine
koyuyorum. Radyonun düğmesine basıyorum, TRT-3'te açılıyor, Bach'ın Brandenburg
Konçertosu. Oysa gelirken yerel bir kanal açıktı, o kanalda kapatmıştım. Hareket
ediyorum. Kanalı değiştirmeyeceğim.
Adliye binasının arkasındaki park yerine giriyoruz. Hızlı adımlarla içeriye
girip üzerinde "Cumhuriyet Başsavcısı" yazan kapıda duruyoruz. Polis üstüne
basma çekidüzen veriyor, beklememi söyleyip dosyayla birlikte içeriye giriyor.
Telefonu açıyorum. Ekranında, sesin kapalı olduğunu gösterir işaret duruyor
hâlâ. Dün masa başına otururken kapatmıştım. Sesi açıp tekrar cebime koyuyorum.
Belim ve sağ bacağım ağrıyor, bankta yatmak sakralizasyonu mu azdırdı
sanırım. Odanın karşısındaki sandalyelerden birine oturuyorum. Telefonumun mesaj
sesiyle neredeyse aynı anda kapı açılıyor. Çıkan kişi savcı değil, polis içeriye
girerken onu masasında görmüştüm. Adam kapıda durup uzun uzun bana bakıyor. Ben
de ona bakıyorum. Elimi telefonu çıkarmak için cebime sokmuştum, ama öylece
kalıyorum. Dönüp içeriye giriyor, kapı kapanıyor.
Telefonu çıkarıp mesajı okuyorum. "UZUN ZAMAN OLDU. Füsun." Filiz sanmıştım.
Babasıyla başı belada olmalı, yoksa mesaj gönderir, mesajın bana ulaştığı onun
telefonunda görünür görünmez arardı. Saat on bire geliyor. Muğla'ya yarın gitsem
daha iyi olacak, sabah erkenden yola çıkarım. "Cevap" tuşuna basıp "18.00"
yazıyorum. Mesaj gidiyor. Bir süre bekliyorum. Ekranda "Mesaj gönderildi. Füsun"
yazısı görününce işyerini arıyorum.
Ellerinde dosyalarla savcının odasına girenler oluyor. Çıkıp karşıdaki,
kapısının üzerinde "Savcılık Kalemi" yazan odaya giriyorlar sonra. Kimileri
durgun ve sessiz, kimileri başlarına gelenleri komik bulduklarından, belki de
öyle algılamak istediklerinden gürültülü seslerle konuşup gülüşüyorlar. Beni
getiren polis bir türlü çıkmak bilmiyor.
- Örnek Tekstil.
- Gülben, Âdem ben. Patron geldi mi?
- Siz miydiniz ? Gelmedi daha. Sizi çok merak ettik. Haber de vermediniz.
- Sorma. Gülden yüzünden başım yine belada. Mahkemeye çıkmam gerekecek
sanırım. Sonra anlatırım. Çarşambaya ancak gelebilirim. Patrona söyle.
Susuyor bir süre, ikimizin de unutmuş gibi göründüğü bir anıyla ilgili bana
söylemek istedikleri var, sanırım fotokopi ya da faks için odasında olan
birilerinin çıkmasını bekliyor. Sesini alçaltıyor.
- Cepten mi arıyorsun ?
- Evet.
- Neden cebimi aramadın?
- Patronla konuşmak istiyordum, bağlarsın diye santralı aradım...
- Ne oldu?
- Uzun hikâye, anlatırını sonra.
- Kapını açacak mısın?
- Suyu taşırmayan gül yaprağı olabilecek misin?
Susuyor. Kapı açılıp beni getiren polis dışarı çıkınca "Mesaj çek bana.
Çarşambaya ancak gelebileceğim, patrona söyle" deyip kapatıyorum.

Polisi karakola bırakıp eve dönüyorum. Savcı mahkemeye gerek olmadığını


söylemiş. Sesi duyulduğunda polis henüz inmemiş olduğundan o an okuyamadığım
mesajı açıyorum. "ORTADAN İKİYE BOLUNDUM SANKİ, AKLIM BAŞKA SEY SÖYLÜYOR KALBİM
BAŞKA. Gülben." Gülümseyerek mesajı siliyorum. Arabayı apartmanın arkasına park
edip eve çıkıyorum.
Eve girer girmez, içerdeki dağınıklığın bana ait olmadığını hemen anlıyorum.
Dolabın kapısı, komodinlerin çekmecelerin gümüşlüğün kapakları açık. Eşyalar,
gümüşlüğe sığmayan kitaplar, dosyalar, poşet içinde sakladığım giysiler
bulundukları yerden alınıp yere atılmışlar. Dolaplarda kalan elbiseler,
kazaklar, eşofmanlar, tişörtler, katlarının arasında bir şey aranmış gibi
karıştırılmışlar. Çalışma masamın üstünde kesilmiş resimler var. Gökova'da,
dernekte, kitabevinde, eski evde, ayrıldığımız evde Guldenle birlikte
çekildiğimiz resimler bunlar. İkimizin olduğu resimler ikiye bölünmüş, benim
olduğum kısımlar masaya bırakılmış. Arkadaşlarla olduğumuz kalabalık resimlerin
içinden Gülden'in olduğu yer oyularak çıkarılıp alınmış. Bir an Gülden'in
ölmediğini, eve gelip ona birlikteliğimizi anımsatan ne varsa alıp gittiğini,
kalanları da yere attığını düşünüyorum. Başka kim olabilir? Aklıma Officium
geliyor. Nefesim tıkanarak masaya koşup yığılmış dosyaların, kimi açık, kimi üst
üste bekleyen kitapların, kalemlerin, biri boş, diğerinde beş izmarit bulunan
iki küllüğün, dibi kararmış kahve fincanının, telefonun, ansiklopedi
ciltlerinin, bilgisayarın, klavyenin, farenin, masa lambasının, kasetlerin,
şarap kadehinin, CD'lerin, üst haznesi boş kum saatinin, müzik setinin,
kabloların, kimi boş sigara paketlerinin, çakmakların, üzerine notlar yazılmış
büyüklü küçüklü kâğıtların, kesilmiş fotoğrafların yarattığı karmaşanın
arasından, üzerinde "Kopyalar" yazan beyaz dosyayı buluyorum; "Sonraki
Mektuplar"ın fotokopilerinin olduğu dosya bu. Açıp numaralandırdığım mektupları
tek tek kontrol ediyor, sonra onu bulduğum gibi, aynı karmaşanın içine
yerleştiriyorum.
Ortalığı toplayıp çıksam iyi olacak. Karnım çok acıktı. Gece yazdığım
bölümleri diğer dosyalarla birlikte çantamdan çıkarıp masaya koyuyorum. En
üstte, çok önce yazılmış bana ait olmayan bir başka dosya var: "Önceki
Mektuplar."

VII

1988

Canım, canım, canım, bir taneciğim,


Bu nasıl oldu bilmiyorum. Sana on günde nasıl alıştım ? Bana ne yaptın?
Sanki hep seninle yaşamışım ve sana öylesine alışmışım ki, şimdi yokluğun
bana dayanılmaz acılar veriyor.
Gittiğinden beri durup dinlenmeden seni düşünüyorum. "Şimdi ne yapıyordur,
beni düşünüyor mudur?" diye. Bugün tam yirmi gün oldu sen gideli.
Karşılaştığımız günü bir bayram gibi kutlayacağım hep. Sekiz nisan;
kalbimin, beynimin, bedenimin bayramı olacak bundan sonra.
Ediz'le karşıdan geliyordunuz. Göz ucuyla sana bakmıştım, sen de bana
bakmıştın. Geçip gitmiştik sonra aramızdaki kıvılcımın yanından, iyi ki geldin
arkamdan, iyi ki "Merhaba" dedin bana, "ben Âdem, nasılsınız?" Elini uzatmıştın,
şaşkındım. Öyle içtendin ki neredeyse farkında olmadan, başka türlüsü mümkün
değilmiş gibi elimi uzatmıştım ben de sana, "Gülden" demiştim.
Ertesi gün buluştuğumuzda sana gitmiştik. Anneni gezmeye göndermiştin. Bana
bir kart almış ve içine Can Yücel'in bir şiirini yazmıştın. "Yaşamak bir düğünse
sen orda gelindin, seni soydum Güler, dünyayı giyindim." Sonra bana bir iki kez
"Güler" diye seslenince sinirlenmiş ve gitmeye kalkmıştım. Meğer yolun
gürültüsünden adımı yanlış anlamışsın.
Sonra bana çay yaptın. (Öpmek için dudaklarıma uzandığında bardağı devirmiş
ama hiç umursamamıştın, gözün dudaklarım-daydı.) Sonra söyledin gideceğini.
Yatağına uzanmıştık, ben başımı göğsüne koymuştum. "On beş nisanda Tuzla'ya
teslim olmam gerek. Ama iki üç gün geç gideceğim." Başımı kaldırıp gözlerine
baktım, benimle olduğuna ve yakında ayrılacağına aldırmıyor gibiydi sesin.
Gözlerindeki hüznü gördüm, üzüntüm hafifledi o an.

Canım'a,
Dün gece birlikteydik. Sabahın ilk ışıklarına değin seviştik. Sonra sarılıp
uyuduk. Uyandığımda yoktun; yalnızca düşüncemde vardın ve yüreğimde...
istemediğim, beni hep korkutan bir yalnızlığın içindeydim. Aslında bilincim ilk
uyanmaya başladığından beri yalnız yaşamayı düşledim. Bana ait bir evde
dilediğimce yaşarsam her şeyin daha kolay olacağını düşünürdüm.
Yaşadığım yalnızlık -nasıl anlatsam- korkunç bir boşluk sanki. Yüreğimin her
köşesinde sen varsın ama yetmiyor. Gözlerin yok, bakışarak bir şeyleri anlatmak
yok, soluğun yok, sıcaklığın yok.
Bazen seninle yaşadıklarımızı düşünüyorum. Keşke bir süre -sen dönene dek-
yaşamdan uzaklaşabilseydim. Uzun ve rahat bir uykuya dalabilseydim. Çatışmayan
bir yürek ve beyinle, yaşamayı özlemiş olarak uyansaydım sonra. Sen gelmiş olsan
ve yanında uyansaydım. Ne güzel olurdu.
Tek avuntum, belki de beni çıldırmaktan alıkoyan tek şey döneceğini bilmek,
yaşadığımız her şeyin daha da güzelini yaşayacağımızı bilmek. Karanlık bir
odaya, koyu, kalın perdelerin arasından sızan ışık gibisin. Sen de olmasan,
kavuşmak da olmasa, ışığın da olmasa...
Bana çocukluğunu anlatır mısın?

Ey servi bülendim, sevgili Âdemim,


Zatıâlinizin yokluğunda badiyeden farksız bu diyarda münferid kalalı, firak
badı barid gibi sinemde esmekte.
Sizi özlememek ne mümkün. Siz ki miri aynım; sevdacü, şebi tar misali sineme
tevellüd eden sepidedem gibisiniz. Hüsnü aşkınızsa nesimi neb.
Ah dildarım, sizin o dilfuruz, dilrubayiniz hayalime geldi geleli
dildadenizim, bendenizim.
Aynı elam, cananım, o aguşbe aguş, lebbe leb, dest bedest, neşvement
hallerimiz hayalime geldikçe giryeban olurum, terahı firak çöker sineme, düri
şem gibi giryeler dökerim, sinem şerha şerha bölünür.
Filhal, yegâne virdim tez bir vuslat.
Busemi izam ediyorum, kabul buyrun efendim.

Canım, bir tanem,


Nasıl beğendin mi mektubumu ? Bunu yazacağım diye canım çıktı vallahi. Bugün
çok canım sıkılıyordu. Pazarları hiç sevmiyorum, ama bu pazar daha da kötü geldi
bana. Ben de Osmanlıca sözlüğü açıp bu mektubu yazdım. Biraz daha iyiyim şimdi.
Kendimi yorgun ve hasta hissediyorum. Bütün hücrelerim ağrıyor sanki.
Üzüntüden dudağım uçukladı. Uzun sürecek yokluğundan, üniversiteye gidip gitmeme
sorununa kadar her şey bana sıkıntı verirken bir de büyükannem felç ya da
benzeri bir rahatsızlık geçirdi. Doktor kısa sürede iyileşeceğini söylüyor, ama
yine de üzülüyorum.
Aslında ara sıra dışarıya çıksam kendimi daha iyi hissedebilirim. Ama canım
istemiyor. îzne geldiğin o on beş günde (her ne kadar yedi gününde birlikte
olabilsek de) çok alışmışım sana.
Gittiğinden beri yalnızca belgelerimi tamamlamak için çıktım. Bu "gideceğim"
anlamına gelmiyor tabiî, çok sorun var. Yine de hazırlanıyorum. Ne kadar sorunlu
bir mektup oldu. Seni de sıktım.

Canım'a,
Seni görmeyeli cumartesi yedi hafta olacak. Her cuma dolabımdaki kartlardan
birine bir çizgi çekiyorum. Yirmi dört tane olduklarında gelmene bir ay filan
kalacak herhalde. Her ayrılışımızda seni bir öncekinden daha fazla özlüyorum.
Çünkü her gelişinde sana daha yakınım, seni daha iyi tanıyorum ve daha fazla
seviyorum.
Artık dışarı çıkıyorum, ama çoğunlukla postaneye gitmek için. Hatırlıyor
musun, bana bir gün "Daha önce oldu mu ?" diye sormuştun. Olmadı demiştim. Ama
sen yalan olduğunu düşündün. Oldu desem de yalan. Şimdiye kadar ne bedenim ne de
yüreğim sana olduğu kadar yakın olmadı hiç kimseye. Bir de "Onu ilk gören ben
miyim?" diye sormuştun. Evet. Onu ilk gören sensin. Herhalde şimdi anlamışındır
ilk denememin, seninle ilk sevişmemizin binde biri kadar bile olmadığını. Umarım
kızmazsın, "Bunlardan bana ne?" diye. Anlatmak istedim.
Evdeyim çoğunluk, İngilizce çalışıyorum, kitap okuyorum, ev işleri falan.
Müthiş sakar oldum biliyor musun? Bulaşık yıkarken bir seferde dört bardak
kırdığım oluyor. Pazar günü koca bir şişe kolayı tuzla buz ettim. Bunlar hep
senin yüzünden. Cumartesi mektubunu almaya gitmiştim. Açtım yolda, başını okudum
ve eve gelene dek güldüm. Düğme almıştım ördüğüm yelek için, mektubunu okurken
çöpe atmışım. Sonra iki saat para aradım. Yolda düşürdüm diye kendi kendime
kızdım. Sonra aklıma geldi parayla düğme aldığım. İşte böyle, aklımın ortasına
bağdaş kurup oturdun, bir türlü gitmiyorsun. Aman, sakın gitme olur mu? Ne kadar
uykum olsa da bir kere sana takılınca kesinlikle uyuyamıyorum.
Bu mektup artık bitse iyi olacak. Dudaklarından öpüyor ve ısırıyorum. Sen
benimkileri ısırma, morarır.

Canım, bir tanem,


Saat on ikiye geliyor. Mektubu bitirince yatacağım. Yorganımın altına iyice
gömülüp düş kuracağım. Ellerinin, dudaklarının tenimde gezindiğini var
sayacağım.
Hâlâ evdeyim. Yapmak istediklerimin hiçbirini gerçekleştiremiyorum. Çok
istediğim halde kazandığım okula gidemeyeceğim, izin vermediler. Sana söz
vermiştim, zorlayıp gidecektim ama olmadı. Zaman geçiyor. Yaşantıma ve
değerlerime ne zaman sahip çıkabileceğim, bilmiyorum. Kendime yeni uğraşlar
bulmaya çalışıyorum. Bir süre önce anlatamadıklarımı yazmaya başlamıştım
aslında. Ama bu evde ne kadar bağımsız yazabileceğimi sanırım tahmin
edebilirsin. Birinin eline geçer mi tedirginliğiyle tüm isteğimi kaybettim.
Biliyor musun, senin yarandayken bazen benden sıkıldığın ya da senin için
önemsiz olduğum duygusuna kapılıyorum. Niye bilmiyorum (pat diye bir laf işte).
Seni öyle merak ediyorum ki. Daha önce tatmadığım bir duygu endişelenmek.
Pek çok şeyi ilk kez seninle yaşadığımı söylemiştim daha önce, işte o ilklerden
biri daha. Seni kaybetmekten korkuyorum. Bunu kaldırabilecek kadar güçlü
değilim. Bunca yükü, böylesi bir acıyı yüklenmektense tümünü omuzlarımdan
atmayı, yani "büyük rahatlığı" tercih ederim.
Bugünlerde bedenimin gereksiz bir kabuk olduğu düşüncesi saplandı kaldı. Bu
kabuğu taşımaktan yorulduğumu düşünüyorum. Bedeni yok etmek ruhun azadı mıdır
gerçekten? Yaşamın yolu ölümden mi geçiyor acaba?
Bir filmde yaşamı arayan bir çocuğu bir yılan kandırmıştı. "Seni ancak ben
kavuşturabilirim yaşama. Bana gel, dişlerimin tenine değmesi yeterli yaşama
ulaşman için" diyerek. Çocuk dönüp dolaşıp ona gitti sonunda.
Bilmiyorum, bilemiyorum. Tek bildiğim seni sevdiğim. Üstelik sen varsın,
seni bırakıp gitmek olmaz.
Bunları yazmamalıydım. Zaten zor olan koşullarımızı daha da zorlaştırıyor bu
mektuplar. Fotoğraf göndermekle de hata mı ettim bilmiyorum, sana acı verirse
geri gönderirsin.
Zaman zaman, içinde yenemediğin bir sen olduğunu düşünüyorum. O senin sana
hükmetmesi ve beni onun değerlendirmesi beni korkutuyor. Ama onu yensen bile
sana yetmemek hep korkutacak beni.
Ne olur karamsar olma, umutsuzluğunu ve korkularım yenmeye çalış.
"Örme" demene rağmen sana mavi bir kazak ördüm.

VIII

Pizzacıya girmeden önce Ediz'e uğruyorum. Kitabevi her zamanki gibi


kalabalık, kafede oturacak yer yok. Karnım aç zaten, kahveyi evde içerim. Ediz'i
bankonun arkasında buluyorum, bilgisayara fatura giriyor. Bankonun önünde
durduğumu fark edince bana bakıp "N'aber Âdem?" diyor. Cevabımı beklemeden
bilgisayara dönüyor yine. Susuyorum. Birden bana dönüp sırıtıyor, "Söyle oğlum,
yine ne var? Kitap çalmaya mı geldin?" Biraz bekleyip "Gülden intihar etmiş"
diyorum ona. Alışık olmadığım bir şekilde yüzü allak bullak oluyor. Ayağa kalkıp
bankonun önüne dolaşıyor. Sesini kısarak "Ölmüş mü?" diye soruyor. Başımı
sallıyorum.
Birlikte kitabevinin önüne çıkıp birer sigara yakıyoruz. Dün öğleden beri
olanları anlatıyorum. Her zaman olduğu gibi Ediz'den bir yorum beklemiyorum
aslında, diğer söylenebileceklerin bir çözüm olmadığının farkında, bu yüzden
"Üzüldüm" diyecek sadece. "Bizim gibi adamların evlenmemesi lazım oğlum" diyor,
"yapayalnız yaşayıp kendi başına gebereceksin." Sigarasını yolun kenarındaki
mazgala atıyor, ama demire çarpıp yola doğru yuvarlanıyor sigara.
- Rezzan nasıl?
- Bu hafta gececi, evde uyuyordur herhalde. Gel sana kahve ısmarlayayım.
- Karnım aç, pizza yiyeceğim. Sonra da eve gidip uyumak istiyorum. Bütün
gece bankta yattım.
- Bir kere ben de kalmıştım nezarethanede.
- Hadi ya, ne zaman?
- Geçen yıl. Yasak yayınlar yüzünden... Bir yığın yasak yayın var anasını
satayım, hangi birini takip edeceğim? Acemiydim o zaman, dağıtımcının
gönderdiğini koyuyordum rafa. Bir gece kaldım bu yüzden. Parmak izimi bile aldı
herifler.
- Onlar rutin iş zaten, "merhaba" demeye geleninkini bile alıyorlar. Hadi
ben gidiyorum.
- Tamam, uyuyamazsan gel. Canını sıkma.
Başımı sallayıp pizzacıya doğru yürüyorum. Cam kenarına oturup siparişimi
beklerken telefonum ötüyor. Mesajı okuyorum. "UFF COK SIKILDIM. S. Pika." Eh,
kara bir geceye aydınlık bugün. Üşenmeden "Bana gelirsen donduğunda mesajlari
küçük harfle yazacaksın" yazıp gönderiyorum. Telefon defterime kayıtlı iki Sibel
var, soyadlarıyla ayırıyorum onları. Pizzam geliyor. Daha ilk lokmayı almadan
telefon bir daha ötüyor. "ANLAMADIM. S. Pika." Cevap vermiyorum. Pizza bitmek
üzereyken bu kez telefon ediyor. Açıyorum. Uzun süredir sesini duymuyordum. Ona
bir iki mesaj yollamıştım, ama yeni bir sevgili bulduğundan beni terslemişti,
aradığına göre ayrılmış olmalılar. Neler yaptığını soruyorum. Okulda olduğunu,
sınavlara çalıştığını söylüyor. Kütüphane çok kalabalıkmış ve çok sıkılmış.
"Bana gel" diyorum, "kahve içer, kitaplardan konuşuruz. Değişiklik olur."
Geleceğini ama bitirmesi gereken bir bölüm olduğunu söylüyor. Ona taşındığımı
söyleyip yeni evimi tarif ediyorum. "Üç buçukta sendeyim" deyip kapatıyor.
Eve dönüp yatıyorum. Uyuyamayacağımı anlayınca kalkıp bilgisayarı açıyorum.
Açılan boş, beyaz sayfaya bir süre bakıp yazmaya başlıyorum.

"Kale Düştü.
Sahiplendiğim, sığındığım, koruduğum, korunduğum ilk ve son kale fethedildi.
Zaten güldendi; narin, güzel ama zayıftı. Doğrusu onu korumak için çok
çabalamadım, hep onun kendisini koruyabileceğini, koruması gerektiğini düşündüm.
Oysa o çok cazipti, kimbilir ne çok saldırıya göğüs germişti. Şimdi, savaştan
kaçan her komutan gibi, bir daha yurt tutmamaya yemin ederek, kalelerimi yakıp
yurdumu terk ediyorum. Bir göçebe gibi başka kalelerde hırsızlama uyumak, bir
harami gibi gece işgal ettiğim kaleleri, sabah terk etmek istiyorum."

Saat üçe doğru, uzun süre ekrana baktığımda hep olduğu gibi başım dönmeye
başlayınca geriye yaslanıp ellerimle gözlerimi kapatıyorum. Basımdaki ağırlık
hafifleyene dek bekleyip yazdıklarımı okuyorum. Beğenmediğim, bana ait değilmiş
gibi duran bir paragrafı tümüyle silip dosyayı kaydediyorum. Bilgisayarı kapatıp
zil çalana dek gözlerim kapalı uzanıyorum. Kapıyı açmaya giderken setin CD
tuşuna basıyorum. Upuzun boyuyla kapıda duruyor.
- Merhaba.
- Si, hoş geldin, gelsene.
Girebilmesi için yana çekiliyorum. İçeriye girip yaz kış ayağından
çıkarmadığı ve bağcıklarını hiç bağlamadığı botlarıyla antreden odaya bakıyor.
Ona, adının ilk hecesiyle seslenmemden hoşlanır, bana hiç hayır diyemediğini
söylerdi.
- Çok şirin olmuş. Her şey aynı odada.
- Kolay bulabildin mi?
- E yani, şehrin merkezi. Burayı da bulamazsam... Aaa, Piazzolla bu.
Ona sarılıyorum. Öpmek için parmak uçlarımda biraz yükselmem gerekiyor.
Eskiden o da eğilirdi, şimdi geriye çekiliyor. Bana yeniden alışabilmesi,
tedirginliğinin geçmesi için ben de çekiliyorum. Bozulduğumu anlıyor.
- İki arkadaş gibi oturup konuşabileceğimizi düşünüyorum.
- Tabiî ki konuşabiliriz.
- Bir sevgilim var.
- Bilmiyordum. Özür dilerim. Kahve içer misin ?
Girmesi için ona bakarak odaya giriyorum, tavrım onu rahatlatıyor.
Gülümseyerek botlarını çıkarıp odanın ortasına doğru yürüyor. Odaya iyice bakıp
ikili koltuğa oturuyor. Kahve suyunu koyuyorum.
- Kim?
- Kim kim?
- Sevgilin.
Çantasından bir gazete çıkarıyor. Yanına oturmadan önce ev telefonumun
fişini çekip cep telefonumun sesini kapatıyorum. Gazete bugün tarihli, iç
sayfaları açıp bir haber gösteriyor.
- Bak, onlarla ilgili bir haber var. Sabah telefonda söyledi, evden çıkar
çıkmaz gazeteyi aldım.
İzmir'deki bir tiyatro grubunun sahneye koyduğu Hamlet turnesiyle ilgili bir
haber. Kostümlü, kalabalık bir grup fotoğrafı haberin yanına sıkıştırılmış.
Fotoğraftaki birine parmağıyla dokunuyor.
- Selim.
- Tiyatrocu ha?
- Evet. Evlenmeyi düşünüyoruz.
-Harika. Çok sevindim. Dilerim çok mutlu olursunuz... Ben bunu bir daha
yapamayacağım galiba.
- Senin aşkı tanıman, mutlu olman çok zor. Biliyorsun...
- İzmir'de mi yaşıyor?
- Evet. Ayrılık çok zor geliyor, çok az görüşebiliyoruz. Bazen o geliyor,
bazen ben gidiyorum. Arkadaşlarıyla küçük bir evde kalıyor. Aynı şehirde
olduğumuzda bile baş başa kalmamız zor oluyor. Reklam şirketleriyle,
televizyonlarla filan görüşüyor ya bakalım... Kendine bir ev tuttuğunda ben de
okulu bitirmiş olurum... İzmir’de bir iş bulup onun yanına taşınacağım... Sonra
da...
Ona çok yakınım. Sesinin titrediğini fark edip susuyor. Gazeteyi katlayıp
çantasına koyarken elimi uzatıp yüzünü tutuyorum. Bana dönüyor. Kararsız gibi.
Birden uzanıp sarılıyor, öpüşüyoruz. Elini tutup ayağa kalkıyorum. Diğer eliyle
gözlüğünü çıkarıp sehpanın üstüne koyuyor. Elini elimden çekiyor, işaret
parmağındaki, iki düz çizgi motifli gümüş yüzüğü çıkarıp çantasına atıyor. El
ele yatağa giderken kahve suyunun altını kapatıyorum. Yatağın kenarına
oturuyoruz. Üzerinde ne varsa tek tek çıkarıyorum. Çıplak kaldığında kollarını
boynuma dolamak için uzanırken kolundaki saati fark ediyor. Hızla çıkarıp
abajurun arkasına bırakıyor. Ellerini kucağına koyup kafasını önüne eğiyor.
Kötü bir gün geçiriyor. Sırtüstü uzanıyorum, üstüne gidersem kaçacak. Aklıma
ilk birlikte olduğumuz günler geliyor. Neler neler yapardık sevişirken,
birbirimizi yatağa bağlardık, üstümüze krema döküp yalardık, aklımıza gelen her
yerde sevişirdik. Sevişirken attığı çığlıklar, çıkardığı sesler beni delirtirdi.
Her seferinde beklemediğim kadar çabuk boşalırdım, ama onun da iyi olduğunu
bildiğimden rahat olurdum. Şimdi yatağın kenarında sırtı bana dönük oturuyor.
Bir şeyler mırıldanıyor, anlamakta zorlanıyorum.
- İntihar metnini anımsıyor musun?
- Ne?
- Şu Çatalçeşme'de yazdığın metin, intiharla ilgili...
- "Requiem" mi?
- Evet.
- Anımsıyorum. Neden?
- Yatakta yan yana oturunca...
Yan dönüyorum. Arkamı ona dönmüş olmama tepki vereceğini biliyorum. Dolabın
kapısındaki aynadan kafasını hafifçe yana çevirip bana baktığım görüyorum, ama
yine önüne dönüyor. Onunla, Çatalçeşme dergisine gönderdiği elektronik postalar
aracılığıyla tanışmıştım. "Requiem" yayımlandığında benimle tanışmak istediğini
söylediği bir mesaj göndermişti. İlk buluşmamızda bir ara "İntihar düşüncesi hiç
aklımdan çıkmıyor" demişti; bunu, yazılarının konusu çoğunlukla "hüzün" olan bir
yazara hoş görünme çabası sanmıştım. Sonra sık sık görüştük. "Ama seninleyken
mutluyum, ölüm aklıma gelmiyor" dediğinde benden ne istediğim anladım. Ona
sürekli birlikte olamayacağımızı anlattığımda gitti. Kalması mutsuzluğu olurdu.
- Çok küçükken, pencereye oturur sokağa "bakardım. Yoldan geçenlere,
ağaçlara, karşı evlere bakardım. Kediler, köpekler geçerdi yoldan, insanlar
geçerdi. Ağaçlara kuşlar konar, sonra uçarlardı. Bulutlar her zamanki gibi asılı
dururlardı havada. Bakar bakar, bir süre sonra hiç nedensiz hüngür hüngür
ağlamaya başlardım.
- Bir nedeni olmalı.
- Daha dört yaşında bir çocuk neden ölmek istesin?
- Hep aynı değil mi? Hep aynı şekilde orada olmak zorundalar.
Değiştirilemez, karşı koyulamaz biçimde var olmak zorundalar.
Susuyoruz. Yüzüstü dönüp başımı kolumun altına sokuyorum. Gelmesinin de,
böyle çırılçıplak, başı öne eğik, saçları yüzüne düşmüş, elleri kucağında
yatağımın kenarında oturmasının da, aramıza bir duvar koymasının da bir nedeni
olmalı. Ah Si, bu kadar farkında olmasaydım keşke. Oyun bitip büyü bozulunca
yaşamaya geri dönmeyecek misin? Bu oyun tahmin ettiğinden de kısa.
- Onu seviyorum.
- Hayat neden bu kadar karmaşık?
Sesim istediğim etkiyi yaratacak kadar ağlamaklı. Bu kez işe yarıyor.
Sırtıma doğru eğilip "Sen bunun için bana hiç fırsat vermedin" diyor. Ona
dönüyorum, bana çok yakın ama kaçmıyor. Öpüşüyoruz. Dilini ağzıma sokuyor.
Beline sarılıp yatağa çekiyorum. Yatağın ortasındayız, boynunu, kulak memelerini
öpüyorum. Tişörtümü çekip çıkarıyor. sarılıp o uzun kollarıyla boynumdan
çekiyor, uzanacak ve üstüne çıkmamı isteyecek.
Geri çekilip "Arkanı dön" diyorum. Dönüp dizlerinin ve ellerinin üstünde
duruyor. Elimle belini aşağıya bastırıyorum, eğiliyor, dirseklerinin üstünde
duruyor şimdi. "Belini kır biraz. Kalçalarının yukarıya kalkmasını istiyorum."
Dirseklerini indirip başım yastığa bırakıyor, beli içeriye doğru çöküyor.
Kalçaları dışarıya doğru açılıyor. Elleriyle yüzünü örten saçlarını aralayıp
bana bakıyor. "Biraz daha." Yastığı başının altından çekip yüzünü yatağa
yapıştırıyor. Biraz daha büzülüp kalçalarını yukarıya kaldırıyor; dizleri
hafifçe yukarıya kalkmış, bedeni neredeyse ikiye katlanmış halde. Bu kadarı
yeterli sanırım.
Orada, tam karşımda, ulaşılmaz gibi görünen iki tepenin ortasında bir kale
gibi duruyor, gülden bir kale gibi. Bütünüyle savunmasız, bir gül gibi açılmış
onu fethetmemi bekliyor.

IX

Kale Düştü

"Eskiden çok kesin olan değerler tartışma


konusu olup uzaklaşınca, onlarsız (sadakat,
aile, vatan, disiplin, aşk olmadan) yaşamasını
bilmeyenler başları önde, son düğmelerine
kadar üniformalarının evrenselliği içine
kapanırlar. Bu üniforma, artık
saygı duyulacak bir şeyin bulunmadığı geleceğin
soğuğuna karşı onları koruyabilen aşkınlığın
son kalesidir sanki."
"Uyurgezerlerin Vasiyeti" / Milan Kundera /
Le Nouvel Observateur

Gecenin bir yarısı uyandım. Gülden çırılçıplak üstüme oturmuş, boynumu


öpüyordu. Ellerini omzuma koymuş, üstüme eğilmişti. Çenemi, dudaklarımı,
yanağımı, kulak memelerimi öptü, dilini kulağımın içine soktu. Doğruldu, epeyce
uğraşıp şortumu ve tişörtümü çıkardı. Hiç kıpırdamıyor, ona yardımcı olmuyordum,
ama söz dinletemediğim bir tarafım onun istediği gibiydi. Üstüme çıkıp bir
eliyle beni tuttu, diğer elinin parmaklarını diliyle ıslatıp bacaklarının araşma
götürdü, sonra yavaşça oturdu. Kasığıma sürtünüyordu. Ellerimi tutup göğüslerine
götürdü, tutmamı, sıkıp okşamamı istiyordu. Ellerimi bıraktım, bacaklarının iki
yanma, yatağın üstüne düştüler. Bir an durdu, sonra sürtünmeye devam etti.
Perdeleri açık pencerenin aydınlığının tam ortasında kimliksiz, yabancı bir
gölge gibiydi. Kalçalarının hızı gitgide arttı, boşalırken göğüslerimi sıktı.
Bir süre hiç kıpırdamadan, başı öne eğik bekledi, sonra üstüme uzanıp hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı.

Pazardı, haziran başlarındaydık. Sıcaklığı bıkkınlık verici bir öğle sonrası


televizyonda, folklorik bir müzik eşliğinde İstanbul'dan kimi panoramalar
gösteren, zaman doldurmak için bir yığın banttan toplanarak yapılmış bir
belgesel izliyorduk. Balki omzuma konmuş, mütemadiyen kulağıma, "Canım kuşum,
aşkım, seni seviyorum" diyordu. Can sıkıntısıyla kanal kanal dolaşırken,
Eminönü'ndeki balık-ekmekçilerin başına toplanmış kalabalığı görünce, çok
küçükken annem, babam ve kardeşimle aynı yerde yediğimiz balık-ekmeği
anımsadığımdan takılıp kalmıştım; bir de, o ana dek elindeki işten başını
kaldırmayan Gülden, bu metni bile olmayan belgesel televizyonda göründüğünde
başım kaldırıp ilgilendiği için. Sonra Topkapı Sarayı ve Gülhane Parkı'ndan
görüntüler girdi. Gülden konuştuğunda kanal değiştirmek üzereydim, biraz geç
kaldım.
Uzun koltuğun dibine, her zamanki gibi iki ayağını altına alarak oturmuştu.
Yönü televizyona doğruydu. Elinde şişler vardı, çocuk patiğine benzer bir şey
örüyordu. Ona bakmıyordum, ama bir tarafımla görüyordum sanki. Elindeki işi
yanına bıraktı, bir ayağını aşağıya indirdi. Bana döndü ve "Hayatım, şöyle tek
başıma, bir hafta İstanbul seyahati yapmak istiyorum. Çok özledim" dedi.
Kanalı değiştirmekten vazgeçtim. Ona bakmadan, sakince, kumandayı sehpanın
üstüne bırakmak için eğildim, hareket edince Balki omzumdan havalandı ve odanın
içinde bir tur attı. Birlikte geçirdiğimiz sekiz yılı düşündüm, iki hafta sonra,
ayın yirmi beşinde sekizinci yılı bitirecektik. Sonra, bunca yıl içinde
birbirimizi ayrı tuttuğumuz hiçbir plan yapmadığımızı, zaman zaman çalıştığım
işler nedeniyle üç beş günlük ayrılıklar yaşasak da ayrı yatmaktan nefret
ettiğimizi düşündüm. İstanbul doğumluydu, çok iyi bilmese de İstanbul'u severdi.
Yıllık izinlerimizi sürekli güneye giderek kullandığımızdan yıllardır İstanbul
için planladığımız kış seyahatini bir türlü yapamadığımızı düşündüm. Bir yıldır
iki işte çalışıyordum. İyi bir kariyerim olduğu halde -müdür yardımcısı olmuştum
ve prosedür gereği başka bir şubede çalışmam gerekiyordu-, Gülden İzmir'e
taşınmak istemediği için çalıştığım bankadan istifa etmiştim. Her ay, bir türlü
bitmek bilmeyen evin ve sonradan aldığıma çok pişman olduğum arabanın
taksitlerinin, kredi kartı ekstrelerinin, bankada otomatiğe bağlanmış telefon ve
elektrik faturalarının ödenmesi gerekiyordu.
İş başvurularımın cevapsız kaldığı bir ayın sonunda, dernek yöneticisi
arkadaşların lokal işletmeciliği teklifini kabul etmiş, ancak yeni bir yer
olduğundan ve orayı açmak için ayrıca borçlandığımdan yeterli geliri
sağlayamayınca, gündüzleri de şimdi çalıştığım firmanın finansman işlerine
bakmaya başlamıştım. Bir yıl boyunca haftanın altı günü, sabah sekizde evden
çıkıp gece birde döndüğümü -pazar günleri akşama dek evde oluyordum- ve Gülden'i
yalnız bıraktığımı düşündüm. Yalnız bırakmak bir yana, on yıl önce onunla
tanıştığımda bana âşık olmasını sağlayan bütün özelliklerimi; kişiliğimi,
kendime has davranışlarımı, çok okumayı, yazmayı ve yazı üstüne kurduğum
idealleri, evliliğin gereklerini yerine getirmeye, evin erkeği güdüsüyle dişinin
bütün isteklerini karşılamaya, onun rahatım ve geleceğini düşünmeye çalışırken
yitirdiğimi düşündüm. Bütün bu yalnız akşamlar boyunca Gülden'in internete girip
sohbet odalarında vakit geçirdiğini, önceleri eve geldiğimde bilgisayarı
kapatmasına rağmen, bir süre sonra bana bir "Hoş geldin" deyip sohbetine geri
döndüğünü, bazı geceler sabaha dek bilgisayar başında oturduğunu düşündüm.
Merak ediyor olsam da ona saygısızlık etmemek için neler konuştuğunu hiç
sormadığımı, ama bir gece sabaha karşı sessizce salona gidip, "Hayatım, sabah
işe gitmeyecek misin?" diyerek başucunda durduğumda, kıpkırmızı bir suratla
elini bacaklarının arasından çekip apar topar bilgisayarı kapatmak zorunda
kaldığını düşündüm. Önceleri sürekli açık gördüğüm telefonunu, benimle
birlikteyken artık hep kapalı tuttuğunu düşündüm. Hayır düşünmedim, bütün bunlar
bir bütün olarak zaten aklımdaydı. Bir seçim yapmak üzereydi, kararını verirken
onu etkilememem gerekiyordu. Kumandayı ve galiba her şeyi sehpaya bıraktım, ona
bakmadan koltuğa yaslanıp ellerimi başımın arkasına destek yaptım. Balki odadaki
turunu tamamladı ve başıma kondu. Görüntü III. Ahmed Çeşmesi'nden Eyüpsultan'a
geçti.
- Tabiî, git... Ne zaman?
- Havalar biraz serinlesin diyorum, eylül gibi.
- Canım kuşum, aşkım.
Ağustosa dek İstanbul seyahati bir daha gündeme gelmedi, ama bu kısa
konuşmayı hiç unutmadım. Unutmadığımı anlamış olmalı; kararını verirken özgür
olabilmesi için ona bir daha eskisi gibi davranmadım. Elektriklerin kesildiği
bir gecenin dışında -karanlıktan korkardı- işim bittiğinde çarçabuk eve gitmeyi,
iyi olup olmadığını kontrol etmeyi, işlerden kalan zamanımı olabildiğince onunla
geçirmeyi bir yana bıraktım. Gecenin bir yarısında eve dönüyor, hiçbir şey
yapmadan gidip yatıyordum. Salon kapısının önünden geçerken, kapının buzlu
camına bilgisayar ekranının ışığı vuruyor olurdu. Sabahlan yanımda uyuyor
buluyordum, yeni yatmış olduğundan ve yorgunluktan çalar saati duymuyordu. Kısa
bir süre sonra onu uyandırıp işyerine götürmekten, pazar günlerini evde
geçirmekten vazgeçtim. Neredeyse hiç konuşmuyor, birbirimizi pek uyanık
görmüyorduk.
Temmuzun son haftasına girerken, çok önceden planladığımız iki haftalık
Datça tatilini bir günde bitirdik. Gülden'in onu tanıdığım bunca yıl içinde
bilmediğim bir huyu ortaya çıktı; önceki tatillerimizde çok daha salaş yerlerde
kalmış olmamıza rağmen Palamutbükü'ndeki hiçbir oteli ve pansiyonu beğenmedi,
bir yıl önce görse "cennet" diye tanımlayabileceği Mesudiye Koyu'nun "acayip"
koktuğunu iddia etti, ama sürekli şikâyet etmesine dayanamayıp birdenbire eve
dönme kararı vermemden de hoşnut kalmadı. Bozburun yol ayrımından geçerken "Hiç
olmazsa bir hafta Kızkumu'nda kalsaydık" dedi. Ağustosun ilk haftasında da
İstanbul’a gitti.
İstanbul seyahatiyle ilgili ilk konuşmamızı unutmuş ya da tek basma
gidişinin, ilişkimizin alışkanlıklarına ters düştüğünü anlamış gibiydi. Yeni bir
neden gerekiyordu, geziyi dairedeki bayan arkadaşlarının düzenlediğini söyledi.
Çantasını alıp evden çıktıktan sonra terminale gittim, bekleme salonunda tek
başına oturuyordu.
Bir hafta sonra döndüğünde ona, işyerindeki hiçbir bayanın İstanbul
gezisinden haberi olmadığını, internette tanıştığı birine gittiğinden emin
olduğumu ve ilişkimizin bittiğini söyledim. Yalan söylediğini kabul etmedi,
katılımcı olmadığı için gezi iptal edilmiş ve tek başına gitmek zorunda
kalmıştı. Üstelik gitmeden önce bunu bana söylemişti, ama demek ki ben
unutmuştum. Olanca sakinliğiyle yalanını sürdürmesi çileden çıkmama neden oldu,
ağzımdan salyalar saçarak "Sen beni salak mı sanıyorsun, böyle bir şey söylesen
neden unutayım? Düşünemeyeceğimi sandığın birçok şeyin farkındayım. Datça
gezisini iki hafta yerine bir hafta yapmak için ilk günden sorun çıkarmaya
başladın, çünkü ağustosun başında herifin biriyle sözleşmiştin. Orospunun
tekisin sen" diye bağırdım, "Daha önce, şöyle tek başına bir hafta İstanbul
seyahati yapmak istediğini söylemiştin, bu ikinci yalan fazla geldi. Salakça
onurum yüzünden kontrol etmeyeceğimi sanıyordun değil mi?" Kızgınlıkla
pencereden dışarı bakıyor, cevap vermiyordu. Bir sigara yakıp nefesimin
düzelmesini bekledim. Bu ilişkinin artık yürümeyeceğini, ayrılmamız gerektiğini
söyledim. Ev eşyalarını ve arabayı bir tarafa, evi diğer tarafa koyup
"İstediğini seç" dedim. Bana döndü, paranoyak olduğumu, asla bir başkasına
gitmediğim ve gitmeyeceğini, beni sevdiğini, ayrılmak istemediğini söyledi. Uzun
uzun İstanbul'da neler yaptığını anlattı; müzeler, galeriler, sinemalar,
tiyatrolar, parklar ve daha birçok şey.
Sonraki üç gün aynı tartışmayla geçti; sürekli ayrılmamız gerektiğini
söylüyordum, o karşı çıkıyordu. İstanbul'a gittiğinde internet hesabını
kapattırmıştım, eve döndüğümde uyuyor oluyordu. Üstümdekileri çıkarmadan
salondaki uzun koltuğa kıvrılıp uyuyordum. Bana dokunmasına tepki gösterdiğimden
pek yanıma da yaklaşmıyordu.
Dönüşünden sonraki üçüncü gece eve geldiğimde, telefonu vestiyerde
duruyordu. Işığı söndürüp salona girerken telefonun sinyali karanlıkta gözüme
çarptı, kapatmayı unutmuştu. "Mönü" tuşuna bastım; mesajlar bölümü boştu,
telefon defterini açıp kayıtlı numaralan gözden geçirdim. Tanımadığım, "Marmara"
adıyla kaydedilmiş bir İstanbul numarasını not edip telefonu vestiyere bıraktım.
Ertesi gün aradığımda, numaranın özel bir muayenehaneye ait olduğunu
öğrendim. İçim acıyla doldu, hayvanın teki olduğumu düşündüm. Akşam eve erken
gittim. Hiç beklemiyordu, ama kapıdan girer girmez ona sarıldım ve uzun süre
bırakmadım. Başını omzuma koyup ağlamaya başladı.
- İstanbul'a tedaviye gittiğini neden bana söylemedin?
- Hayatım, tedaviye gitmedim ki ben.
- İstanbul'dayken doktora gitmedin mi yani?
- Gittim ama bebekle ilgisi yok ki, diş doktoruna gittim.
Onu bırakıp geri çekildim, sanki her şeyi kurtarabileceğimiz bir noktadan
geri dönüyorduk. Peşinden İstanbul'a gittiğimi düşünüyor, onu takip ettiğimi
sanıyordu. Önceden planlamadığıma kesinlikle eminim, oyun bir anda aklıma geldi.
- Dişçiyi önceden tanımıyor muydun?
- Nereden tanıyayım? Otobüste dişim çok ağrıdı, otele yerleşir yerleşmez
dişçi aradım. İki dişime birden dolgu gerekiyormuş, sonra her gün gitmek zorunda
kaldım. Dişlerimi de temizlettim, bak.
- Önceden tanımıyorsan, nasıl oluyor da bu doktorun numarası sen
Denizli'deyken telefonunda kayıtlı bulunuyor?
- Nasıl kayıtlı, anlamıyorum...
- İstanbul'a gitmeden önce telefonunu karıştırdım. Kime ait olduğunu
bilmediğim tek numara buydu. Kalkmış bir de onu önceden tanımadığını
söylüyorsun, aşağılık yaratık!
Üstünde telefon numarası yazılı kâğıdı ona uzattım. Kâğıda bakarken
dudaklarının aşağıya kıvrılışı, gözlerindeki yılgın ifade uzun süre geçmedi.
Yenilmiş gibi görünüyordu, ama bu savaşın asıl mağlubu bendim; son ana dek,
sandığım gibi olmadığına dair taşıdığım umut yerle bir olmuştu.
- Fatih netten arkadaşım. Bir tanışan, öyle iyi bir insan ki...
- Yatakta da iyi mi ?
- Böyle söyleme, sadece beni değil kendini de aşağılıyorsun. O evli, çocuğu
var. Hep beraber yemeğe bile gittik. İstersen seninle tanıştırayım. Ne kadar iyi
biri olduğunu sen de göreceksin.
- Bana yalan söyledin.
- Evet ama doğruyu söylesem aklına kötü şeyler gelebilirdi, döner dönmez
anlatacaktım. Sen çok sinirliydin, yatışmam bekliyordum.
- Bana, tek başına İstanbul'a gitmek istediğini ta haziranda söylemiştin.
Bu ikinci yalanın. O zamandan beri bunun planını yapıyorsunuz değil mi ? Bir
seçim yaptın ve sonuçlarına katlanman gerek. Şimdi neyi kurtarmak istediğini
anlamıyorum. Ne oldu? Onda aradığını bulamadın mı ? Evdeki daha iyiydi diye mi
düşündün? Yarın mahkemeye başvuruyoruz. Artık seninle aynı evde yaşamak
istemiyorum.
- Allah kahretsin, seni seviyorum. Sadece bir gezi bu, netten tanıştığım
arkadaşlarla buluştum. Başka biriyle olabileceğimi nasıl düşünebilirsin? Seni
deliler gibi severken nasıl başkasıyla birlikte olurum?
- Orada ne olduğunu asla bilemeyeceğim değil mi ? Bu seninle birlikte
gömülüp gidecek. Ne olursa olsun bana yalan söylememeliydin. Anlamıyor musun,
gidişinle ilgili aklımdaki şüphe yakamı bırakmayacak. Aramızda bir kara kedi
dururken birlikte yaşamamız imkânsız. Ne kadar çabuk ayrılırsak o kadar az acı
çekeriz.
Odaya girdim, televizyonu açıp oturdum. Bir saat sonra kıpkırmızı gözlerle
kapıda göründü; son kararımın ne olduğunu sordu. Kesin kararlı olduğumu
söyledim, sonra "Eğer mahkemeye sen başvurursan daha kolay boşanabiliriz,
hâkimler kadının başvurması durumunda ilk celsede boşuyorlarmış" dedim. "Peki"
dedi, "benden kurtuluyorsun artık." Kapıdan çekildi.
Televizyonu kapattığımda, karşısında oturduğum saatler boyunca ne izlediğimi
bile anımsamıyordum. Banyoya gittim. Birkaç gün önce aldığım permatik poşetinin
açılmış ve içinden ikisinin alınmış olduğunu gördüm. Yatak odasının kapısını
çaldım, ses gelmeyince açmak istedim, ama kilitliydi. Kapıyı yumrukladım,
açmazsa kıracağımı söyledim. Bir süre sonra kilit açıldı. İçeriye girdim, kilidi
açar açmaz tekrar yatmıştı, sırtı bana dönüktü. Permatikler, üç dört kutu ilaçla
birlikte komodinin üstünde duruyordu. Yatağın kenarına oturdum. Bileklerini,
boynunu kontrol ederken gözleri kapalıydı, alt dudağını ısırmış ağlıyordu. îlaç
kutularının içine baktım, bütünüyle boş kutu yoktu. Permatikleri ve ilaçları
alıp odadan çıkarken doğrulup elimi tuttu, belime sarıldı. Onu itmedim, ama
sarılmadım da. O gece birlikte yattık. Bana dokunmak istedi, henüz hazır
olmadığımı söyledim. Sonraki gecelerde -son gecemiz dışında- hep ayrı yattım ve
hiçbir zaman hazır olmadım.
Ertesi gün işe gitmedim. Sabah geç kalkmıştım, telefon edip rahatsız
olduğumu, gelemeyeceğimi söyledim. Pencerenin önüne bir sandalye çekip kahve
içerek sokağı seyrettim. Sonra bilgisayarı açıp yıllardır yapmadığım bir şey
yaptım, yazdım. Metin bittikten sonra, yazmakla geçirdiğim saatler boyunca her
şeyi unuttuğumu, içimi acıtan aşağılanmışlık duygusunun zayıfladığım fark ettim.
Ediz'i arayıp dergi için bir metin yazdığımı söyledim. Uzun süredir benden
umudunu kesmişti, sevinçle hemen göndermemi söyledi. Metni ona faksladım.
Kitaplığın üst raflarında tozlanmış dosyalarımı karıştırırken bu kez o
aradı. Yazıyı çok beğendiğini, önümüzdeki sayıya koyacağını, dergiye geri
döndüğüme sevindiğini söyledi. Dosyaların arasında, öyküsünü çok önceleri
unuttuğum bir çekim senaryosu buldum. Okuduktan sonra, elimde karakterleri,
mekânları, olayları hazır, kısa sürede yazabileceğim bir roman olduğuna karar
verdim.
Akşama doğru Gülden'in annesi telefon etti, benimle görüşmek istiyordu.
Buluştuk. Gülden'in beni ne kadar çok sevdiğini bildiğini, evine geldiğinde
sürekli benden söz ettiğini, onun her şeyi olduğumu, kızının bensiz
yaşayamayacağına inandığını söyledi. Ona olanları anlattım. Kadının
şaşkınlığından Gülden'in annesine de bir yığın yalan söylediğini anladım, o da
beni asla ikna edemeyeceğini. Sonra derneğe gittim, lokalin işletmeciliğini
bıraktığımı yönetim kurulundakilere söylemem gerekiyordu. Eve dönüp yazmaya
devam ettim. Gülden işten döner dönmez mahkeme tarihini sordum, henüz
başvurmadığını söyledi. Önceki yaşantımız nasılsa aynı şekilde davranmaya
çalışıyordu. Evden gitmek istemiyordum, seçimi o yaptığına göre o gitmeliydi.
Yüklükteki yer yatağını salona götürüp kapıyı kapattım.
Sonraki günler, roman bitene dek birbirine benzer geçti; mesai sonunda,
dışarıda ayaküstü bir şeyler atıştırıp hemen eve gidiyordum. Salona kapanıyor,
uykuya yenilene dek yazıyordum. Konuşmak istediği zamanlar, çalışmamı bölmemek
için masa lambamın sönmesini bekliyordu. Söndürdüğümde salona gelip konuşmaya
çalışıyordu, ama ne derse desin ben hep aynı şeyi söylüyordum; "Mahkemeye ne
zaman başvuracaksın?" Bunu kabullenmiş gibiydi, cevap vermesem de bana söylemek
istediklerini söylüyor, hatta kimi geceler yattığımda, başucumdaki koltuğa
oturup o gün neler yaptığım anlatıyordu.
Kitap bittiğinde, ilk günlerde sık sık tekrarladığım ayrılma isteği
bıkkınlığa dönüşmüş, giderek azalmış ve sonunda hiç konuşmamaya başlamıştım.
Dosyayı birkaç yayınevine gönderip haber beklemeye başladım. Yazmasam da salonda
yatmayı sürdürüyordum. Eve geç geliyor, hiç ses çıkarmadan salona gidiyordum.
Yer yatağına kıvrılıp uyumaya çalıştığım bir gece, salona gelip internet
hesabını tekrar açtırmak istediğini söyledi. Uzun süredir konuşmuyordum, o an ne
diyebilirdim ki ?
Ertesi gece saat on ikide geldim, salon kapısının buzlu camı bilgisayar
ekranının ışığıyla parlıyordu. Yatak odasına gidip yattım. Gecenin bir yarısı
uyandım, Gülden çırılçıplak üstüme oturmuş, boynumu öpüyordu.

Tangonun en hızlı yerinde inliyor.


- Yeter artık, hadi.
Ağzım, dilim, burnum yapış yapış geri çekiliyorum. Dönüp sırtüstü uzanıyor.
Ayağa kalkıp pantolonumun düğmelerini çözüyorum. Gözlerini kısıp şortumu
çıkarışımı izliyor.
- Krem şanti var mı?
- Yok. Biliyorsun en fazla iki hafta dayanıyor. Beni bağlamak ister misin?
- Sen beni bağla.
Yataktan inip dolabı açıyorum. Askıdan dört kravat alıp ikisiyle ellerini
yatağın demir başlığına bağlıyorum. "Çok sıkma" diyor. Bacaklarım iyice açıyor.
Ayak bileklerini yatağın ayaklarına bağlıyorum. Bacaklarının araşma geçip
komodin çekmecesinden bir prezervatif çıkarıyorum. Beklerken kızgınmış gibi
bakıyor bana. Oyunu kuralına göre oynamam gerek. Sertçe giriyorum. Çok ıslak,
yeterli etkiyi sağlamasa da kasılıyor yine de. Öpmek için uzandığımda yüzünü
çeviriyor. Tutup zorla öpüyorum. Başını yana çevirip nefretle bakarak "Daha
sert" diye fısıldıyor. Ellerimin üstünde doğrulup kasığımı kasığına daha hızlı
çarpıyorum. Her çarpışta çıkan o ıslak ses gitgide artıyor. Bileğini çekip
kurtulmak istiyormuş gibi yapıyor ama sadece çekiyor, istese, uzayan kravatın
arasındaki boşluktan elini çıkarabilir. Dolaba bakıyor, dolabın kapısındaki
aynaya. Sol elini başlığın demirlerinin araşma geçirip sıkıca tutuyor. Aynaya
bakıyor yine, sesi gittikçe yükseliyor. Daha da hızlanıyorum. Bizden, yataktan,
odadan, her yerden ses geliyor. Aynaya bakıyorum. Çığlıkları beynimde uğulduyor,
çıldırmak üzereyim. Kendimi bırakıp üzerine yığıldığımda "Bileğim" diye
inlediğini ancak fark ediyorum. Nefes nefese doğruluyorum. -Ne oldu?
- Bileğim. Bileğim çok acıyor.
Eli başlıkla duvar araşma sıkışmış. Kravatı çözüyorum. Başlığı kendime doğru
çekip elini demirlerin arasından çıkarıyorum. Üst kısmı bileğine doğru
zedelenmiş. Ağlıyor.
- Uff, gerçekten tecavüz gibi oldu.
- Çok acıyor.
- Dolapta bir şeyler olacaktı.
Buzdolabında sargı bezi ve yaralanmalar için krem buluyorum. Gülden kim
bilir ne zaman alıp dolaba koymuştu bunları, hâlâ duruyor. Yatağa dönerken
prezervatifi çıkarıyorum. Yatağın kenarına oturmuş, bileğini tutarak sessizce
ağlıyor. Yanına oturuyorum. Elini elime alıyorum. "Çok mu acıyor?" Saçları
yüzünü kapatıyor, gözlerini göremiyorum. Başını sallıyor, hıçkırıkları
sıklaşıyor. "Parmaklarını oynatmaya çalış." Yavaşça oynatıyor, iyi, kırık yok
demek ki. Zedelenen kısmı kremliyorum. İncitmemeye çalıştığım halde hıçkırıkları
sesli hale geliyor, elini elimden çekmeden dizlerine doğru eğilip sarsıla
sarsıla ağlıyor. Sargı bezini bileğine dolayıp bağladığımda, birdenbire
ağlamasının bileğiyle ilgili olmadığını anlıyorum. İki elimle yüzünü tutup
başını kaldırıyorum, yaşlı gözleriyle bana dönüp sarılıyor.
- Sibel...
- Üstümü örtmüştü benim.
- Ne?
- Gece üstümü örtmüştü benim. Uyuduğumu sanıyordu.
Susmayı yeğliyorum. Bîr süre öyle kalıyoruz. Hıçkırıkları azalıyor.
Durulduğunda beni bırakıp kalkıyor. Yerdeki eşyalara bakıyor ama seçemiyor,
gidip sehpanın üstündeki gözlüğünü alıyor. Sol elini kullanmamaya çalışarak
giyiniyor. Kahve suyu koyduğum ocağı yakıyorum tekrar.
- İçmeyeceğim. Gitmek istiyorum.
- Annenler bileğin ne oldu diye sorarlarsa...
- Bulurum bir şey.
Giyiniyorum ben de. Gitmek istemesi iyi oldu, saat beş buçuğa geliyor. Ona
gitmesini söylemek zorunda kalmadım. Çantasını alıp bana bakmamaya çalışarak
kapıya gidiyor. Botlarını ayağına geçirip kapıda duruyor. Gidip kapıyı açıyorum.
- Üzülme lütfen.
- Canını sıkma. Bindiğim otobüs kaza yaptı, bileğimin üstüne düştüm filan
derim. Hoşça kal.
Bana şöyle bir bakıp çıkıyor. Asansöre binene dek kapıda bekliyorum.

Keşke Füsun'a bugün için söz vermeseydim. Telefonun fişini takıp kahve
koyuyorum. Hayat neden bu kadar karmaşık ? Şimdi Ediz olsa "Hayat çok basit, onu
biz karmaşık hale getiriyoruz" derdi. Cep telefonumda bir cevapsız arama, bir de
mesaj var. Cevapsız aramaya bakarken ev telefonum çalıyor, her ikisi de Ediz.
- Oğlum, neredesin sen ya? Bir saattir arıyorum.
- Uyuyordum. Telefonları kapatmıştım.
- Beni karakola çağırıyorlar.
- He he, sana "sekiş" satma demiştim.
- Senden güzel yazıyor diye kıskanma oğlum adamı. Bu senle ilgili galiba.
"Bir konuda ifadenize başvuracağız, on nisana kadar gelir misiniz?" diyorlar.
- Anladım, cumartesi gecesiyle ilgili söylediklerimi kontrol edecekler. Eve
senle döndüğümü söylemiştim.
- Ne diyeceğim?
- Oğlum, ne olduysa onu de. İstersen yalancı tanıklık yap, bana âşık
olduğunu, bütün gece benle yattığını söyle.
- Dalga geçme, ben tırsıyorum.
- Neden?
- Karakol filan işte, daha önce de korkmuştum epey.
- Yok oğlum, bir şey olmaz. Git ne olduysa anlat.
- Tamam. Bütün gece senle yattığımı söyleyeceğim.
- Söyleme, o konuda tanığım var.
- Kim?
- Tayyar.
- He he, tamam.
- Hadi görüşürüz.
Telefonu kapatıp, cepteki mesajı açıyorum. "AKLIM GALİP GELDİ. Gülben."
İki ay önce işe girdiğinde benimle ilgilendiğini anlamış ama ilgisiz gibi
davranmıştım. Bir gün patronun odasından çıkmış masasının önünden geçiyorken,
birden dönüp, bir şeyler içip laflayalım bahanesiyle evime çağırdın. Ailesi
yüzünden akşam gelemeyeceğini söyledi. İçki içmiyordu, ama pazar günü kahveye
gelebilirdi.
Geldiğinde kahveleri sehpaya koyup yanına oturdum. Diğerlerine yaptığım
gibi, daha oturur oturmaz ona sarıldım, gözlerine bakıp gülümsedim ve tepki
görmeyince öptüm. Kendini bıraktı, koltuğa uzandık. Boynunu öperken gömleğinin
düğmelerini ve sutyeninin kopçalarını açıp göğüslerini okşadım. Eteğinin
üstünden kalçalarını sıkıyor, dizimle bacak arasına sürtünüyordum.
Gözlerini kapatmış, nefesi sıklaşmıştı. Elimi bacaklarının arasına atar
atmaz doğrulmuş ve kendini çekmişti.
- Hayatında anlamlı bir şey olduğuma emin olmadan yapamam.
- Nasıl anlamlı?
- Daha önce hiç olmadı.
- Hepsi anlamlıydı yani.
- Hayır. Bakireyim.
- Baştan söylesen hiç yeltenmezdim kızım. Seni çağırdığımda ne düşündüğümü
biliyordun.
Elleriyle yüzünü tutup ağlamaya başlamıştı. Sarılmak için uzandım.
Sakınarak, beni durdurmak için bir eliyle kolumu tuttu, vazgeçmiş olduğumu
anlayınca kollarını belime doladı, burnunu çekerek başını omzuma dayadı.
- Suyu taşırmayan gül yaprağını biliyor musun?
- Hayır.
- Eski Çin'de, neredeyse hiç konuşmadan iletişim kuran rahiplerin yaşadığı
manastırlar varmış; empati duygulan o kadar gelişmiş ki çoğunlukla diğerinin bir
şey söylemesine gerek kalmadan ne istediğini ya da ne düşündüğünü bilirlermiş.
Bu manastırlarda eğitim görmeye hak kazanan öğrenciler, gerekli her şeyi
öğrenseler bile empati yeteneklerini geliştirmeden rahip olamazlarmış.
- Neden rahip olmak istiyorlar?
- Anlatacağım. Bu manastırlara girmek oldukça zormuş. Her yıl pirinç
hasadından sonra öğrenci adayları manastıra girebilmek için günlerce kapıda
beklermiş, ama kapı bir türlü açılmazmış. Bir süre sonra beklemekten bıkan
kimileri vazgeçip köyüne dönermiş. Kalıp manastıra girmeyi başaranları başka
zorluklar beklermiş; rahipler ve eski öğrenciler manastırın bütün işlerini yeni
gelenlere yaptırırlar, hem de çok kötü muamele ederlermiş.
- Anlamıyorum, neden ille manastıra girmeye çalışıyorlar?
- İç savaşlar sırasında ve Japonya Çin'i işgal ettiğinde, bütün liderler ve
kahramanlar manastırlarda eğitim gören savaşçılar ya da rahiplerden çıktı.
Sanırım rahipler aynı zamanda zarar görmeden yerel derebeylerine karşı
çıkabiliyorlardı, yani statü sahibiydiler. Bu yüzden, bu kadar zorluğa rağmen
oldukça fazla sayıda kalan oluyormuş. Onları da zorlu bir eğitim süreci
bekletmiş.
- Ne kadar çok şey biliyorsun.
- Bunları çok şey bildiğimi göstermek için anlatmadım, başka bir şey
söylemek istiyorum. Manastıra girmeyi çok isteyen bir çocuk giriş zamanını
kaçırdığından kapıda kalmış, ama yine de umutla kapıda bekliyormuş. Rahipler
çocuğun beklediğini görüyor, fakat girişle ilgili katı kurallar olduğundan
kapıyı açmıyorlarmış. Bir ay sonra beklemekten vazgeçmeyeceğini anlamışlar, ona
acıyıp manastıra girmesinin olanaksız olduğunu bir şekilde göstermeleri
gerektiğini düşünmüşler. Bir rahip kapıya çıkmış, elinde ağzına dek su dolu bir
tas varmış. Çocuk bir süre rahibe baktıktan sonra yerdeki bir gül yaprağını alıp
suyun üstüne koymuş. Rahip saygıyla eğilerek geri çekilmiş ve bütün kuralları
çiğneyerek çocuğun manastıra girmesine izin vermiş.
Uyuyor gibiydi. Uzun süre susunca başını omzumdan kaldırıp gözlerini açtı.
- Eee?
- Bu kadar.
- Rahip çocuğu neden içeriye almış yani?
- Bilmiyorum. Bu hikâyeyi çok seviyorum, paylaşmak istedim. Akıl
erdiremediğim bir basitlik var bu hikâyede. Galiba modern hayatın karmaşası
yüzünden Doğulu mistiklerin basitliklerine akıl erdiremiyorum.
Doğrulup koltuğun öteki ucuna çekildi. Göğüsleri hâlâ açıktaydı. Gözlerini
halının motiflerine dikip bir süre bekledi. Bir sigara yakıp sehpaya döndüm,
kahveden bir yudum aldım. Bulunduğumuz noktadan ne kadar uzaklaşırsa, benim de o
kadar uzaklaşacağımı, arkasından gelmeyeceğimi öğrenmesi gerekiyordu.
- Kendimle o kadar doluyum ki hayatıma giren herkesin beni taşırmayacak bir
gül yaprağı olması gerekiyor.
Kararlılıkla kalktı. Çantasını alıp dolabın önüne gitti. Yatağın kenarına
oturdu, gömleğinin düğmelerini ilikleyip dolap kapısının aynasında saçlarını
taradı. Dudaklarına ruj sürdü. Kapıya giderken ben de kalktım. Ayakkabılarını
giyerken yanında durup elim kapı kolunda, çıkmasını bekledim. Çıkacakken dönüp
bana baktı.
- Gonca bir gülken, gül yaprağı olamam.
- Gül goncası suyu taşırır.
- Sen bilirsin, gidiyorum.
- Kapım sana kapalı artık. Güle güle.
İşyerinde sürekli karşılaşmak ve konuşmak durumundaydık. Kimi kaçamak
bakışlar dışında, sanki sözleşmiş gibi o gün konuştuklarımızdan bir daha söz
etmeyince aramızdaki gerginlik çabuk yumuşadı. Bugün telefonda "Kapını açacak
mısın?" diye sorduğunda, gül yaprağı olmayı kabullendiğini anlamıştım, ama yine
de bana gelmesinin bir zorunluluk olmadığını anlamasını istedim. Akşam gelemez
bu kız. "Cevap" tuşuna basıp "YARIN SAAT ÜÇTE BEKLİYORUM" yazıyorum. Bu iyi, o
saate kadar Muğla'dan dönmüş olurum. Umarım yerine bakacak birini bulup işten
kaçabilir. "Gönder" tuşuna basıyorum, mesaj gidiyor.

Tam altıda, kapının arkasında hazır bekliyorum. Asansör katta durup kapısı
açıldığında ben de kapıyı açıyorum. Koşar adımlarla içeri giriyor, kapatıyorum.
Sarılıp öpüşmeye başlıyoruz. Kapıya doğru itiyorum onu. Boynunu, kulak
memelerini öpüyorum. Kapıya dayandığında eteğini kaldırıp dizimle bacaklarını
aralıyorum. Elimi külotunun içine sokuyorum. "Dur" diyor, "bir nefes alayım."
Elinden tutup ikili koltuğa götürüyorum.
- Bir bardak su verebilir misin?
- Kahve de ister misin? içine biraz brendi koyarım.
- Olur. Fazla olmasın ama.
Kahveleri koltuğun önündeki sehpaya koyup yanına oturuyorum. Bir yudum alıp
geriye yaslanıyor. Eteğini toplayıp koltuğun üstünde bağdaş kuruyor. Sigara
yakıyoruz.
- Çok vaktim yok. Çocuğu anneme bıraktım. Murat iki saate kadar evde olur.
- Bugün erkenci demek.
- Belli olmuyor ki.
- Neden bana geliyorsun?
Bana dönüyor. Şaşkın biraz, fazla kalamayacağını söylediğinde üstüne
çullanmamı bekliyordu.
- Sence neden?
- Bir fikrim yok. Sana sordum.
- Hoşuma gidiyor.
- Bu kadar mı?
- Sana âşığım. Bana gel desen her şeyi bırakır gelirim.
- Bence gelmezsin. Kocana âşık değil misin?
- Onu seviyorum.
- İkisinin arasındaki farkı pek bilmiyorum. Sevmen yeterli değil mi? Neden
bana geliyorsun?
- Ne yapmak istiyorsun sen? istemiyorsan gideyim.
- Git demedim. Sadece merak ediyorum, yüzünü bile görmedim, ama şu anda
senin için, çocuğunuz için çalışıyor olmalı. Size daha iyi bir hayat vermek için
kimi zaman geceyarılarına kadar çalışıyor, ama sen bana geliyorsun.
- Daha ne kadar iyi bir hayat olabilir ki? Benimle hiç ilgilenmiyor. Bana
kadın olduğumu hissettirmiyor.
- Ben hissettiriyorum öyle mi ?
- Bugün acayipsin sen.
- Buraya gel.
Yüzünü elimle tutup kendime doğru çekiyorum. Fincanı sehpaya bırakıp bana
yanaşıyor. Öpüşüyoruz. Elimi gömleğinin içine sokup sutyeninin kopçalarını
açıyorum. Başım koltuğun arkasına yaslıyor. Serbest kalan göğüslerini
avuçluyorum. Belime sarılıp beni açılmış bacaklarının araşma geçmeye zorluyor.
Kendimi geriye çekip "Arkanı dön" diyorum. Sırtını bana dönüyor. "Dizlerin
koltuğun üstünde olsun." Ayaklarını yukarı çekip dizlerinin üstünde duruyor.
Dirseklerini koltuğun kolçağına dayamış, başını geriye çevirmiş bana bakıyor.
Tam arkasında oturuyorum. Eteğini kaldırıp belinin üstüne bırakıyorum. Külotunu
çıkarıyorum. "Belini kır biraz. Kalçalarının yukarıya kalkmasını istiyorum."
Dirseklerini indirip başını kolçağa bırakıyor. Beli içeriye doğru çöküyor.
Kalçaları dışarıya doğru açılıyor. "Biraz daha." Başını kolçaktan çekip koltuğa
indiriyor. Biraz daha büzülüp kalçalarını yukarıya kaldırıyor.
Bu kadarı yeterli sanırım.

Kleptobiyoz

"Bana verdiğiniz bir küçümen acı,


Rutin yüzünüzde kör gezdirdiğiniz
Lacivert kedi."
Hakan Toker / Lacivert Kedi

Hasan'a gitmeye karar verdiği günün akşamı, eve geldiğimde halının üstünde
oturuyordu. Üstünde bornozu vardı, başım havluyla sarmıştı. Yere bir gazete
sermiş, bir ayağım gazetenin üstüne koymuştu, titizlikle ayak tırnaklarını
boyuyordu. Yanındaki sehpanın üstünde bir yığın bakım malzemesi vardı; çeşit
çeşit krem, aseton, kolonya, pudra, tonik ve ne olduğunu bilmediğim bir yığın
tüpler, şişeler... Bana şöyle bir bakıp tekrar işine döndü. Odayı geçip salona
girdim. Çantamdan yayınevinin faks numarasının bulunduğu kâğıdı çıkarıp
bilgisayarı açtım. Baskı için istediğim düzeltmeleri yazdım ve faks programım
çalıştırdım. Modemin sesini duymuş, kapıdan merakla bana bakıyordu. Ona bakınca
kapıdan çekildi, sorumu duyunca geri geldi.
- Ne yapmaya karar verdin?
- Birbirimizi görmeye karar verdik. Yarın buluşacağız.
- İstanbul'a mı gideceksin?
- Hayır, Fethiye'de buluşacağız.
- Eşyalarını ne zaman alacaksın?
- Geri geleceğim. Sonra...
- Ne kadar sonra? Bu eve geri gelebileceğini mi sanıyorsun? Hemen evi terk
etmeni istiyorum. Eşyalarım al ve git.
- Bunun için bana bir-bir buçuk ay süre verir misin? Tayin işini halletmem
gerek.
- Hani mahkemeden gün alacaktın?
- Sabah erkenden yola çıkmam gerekiyor. Gelince başvururum.
- Ne zaman geleceksin?
- Pazar günü döneceğim. Üç günlük rapor aldım.
- Bu işi bir an önce bitirelim.
Söyleyecek bir şeyi yoktu, o an tek düşündüğü aşkıydı, aşkına gitmekti.
Kapıdan çekilip yatak odasına ya da banyoya doğru gitti. Faks gitmişti. İçim
eziliyordu, dolapta dünden kalan kraker olduğunu anımsadım. Mutfağa giderken
sesimi yükselterek, günlük olağan bir şey söyler gibi ona seslendim.
- Bugün Özlem beni aradı.
Mutfağın kapısında göründü. Başındaki havluyu çıkarmıştı, elinde bir saç
fırçası vardı.
- Kim Özlem?
- Hasan'ın karısı.
Şaşırmıştı. İlgisizmiş gibi davranıyordum. Krakerden bir parça ağzıma atıp
yanından geçmeye çalıştım. Ona dokunmak istemediğimi anladı ve kenara çekilip
yol verdi. Tekrar salona girip bilgisayarın başına oturdum. Peşimden geldi.
- Telefonunu nereden bulmuş?
- Sanırım pazar günü aradığımda Hasan telefonumu bir kâğıda yazmış. Özlem
Hasan'ın benle konuştuğunu anlamış, ona hissettirmeden telefonumu not etmiş.
- Ne diye arıyor ki seni?
- Ben Hasan'ı neden aradıysam o da aynı nedenle arıyordur herhalde. Pazar
günü de aramıştı beni, çok sıcak, içten birisi. Çabuk kaynaştık, sanırım
bugünlerde beni ziyarete gelecek.
Odadan çıktı. Bilgisayar ekran koruma moduna geçti. Ellerimi klavyenin
üstüne götürdüm, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Birden yüzümü kapatıp ağlamaya
başladım. Parmaklarımın arasından, kapının önünden geçerken ağladığımı fark
ettiğini gördüm. Şaşkınlıkla yanıma geldi, boynuma sarıldı. Başımı göğüslerine
yasladım, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sonra öpüşmeye başladık. Onu kucaklayıp
salonun ortasındaki yer yatağına götürdüm. Sevişirken, bunca yıllık
alışkanlıklarımızı bir yana bıraktığımızı, iki yabancı gibi birbirimizi
keşfetmeye çalıştığımızı fark ettim, tıpkı ilk günlerdeki gibi. Yıllar boyunca,
birbirimizin en kestirme yoldan nasıl orgazm olacağını deneye yanıla bulmuş, son
yıllarda hep aynı şekilde sevişiyor olmuştuk; ön sevişme -onu ıslatmam
gerekirdi- sonrası bir süre ben üstte olurdum, sonra o üste geçer ve sürtünerek
boşalırdı, o boşaldıktan sonra arkasına geçer ben boşalırdım. İlk kez o akşam
ağzına boşaldım. Bütün spermlerimi yuttu. İçim acıdı, Fatih'in spermlerini de
yutmuş olduğunu düşündüm, yarın Hasan'ınkileri de yutacağını. Arkamı dönüp
uyumaya çalıştım. Saçlarımı okşadı, "Seni seviyorum. Birçok hata yaptığımı
biliyorum, ama gitme dersen gitmem" dedi. Usulca "Git" dedim, "başkasına ait
olduğunu bilmesem seninle sevişemezdim."

Kitabımı basmaya karar veren yayıneviyle sözleşme yapmak için iki günlüğüne
İstanbul'a gitmiş, pazar sabahı dönmüştüm. Uzun süredir yaptığı gibi yine
salonda yatmıştı, kapısı kilitliydi. Duş alıp uyudum. Öğleye doğru onun
gürültüsüyle uyandım, markete alışverişe gidiyordu. Dış kapı kapanınca kalkıp
salona gittim. Nereye gittiğine bakmak için pencereye giderken, kapısı kapalı
olduğu halde Balki'nin kafesinin boş olduğunu gördüm. Kafese yanaştım, boş
yemliğin altında, dışkılarının ve yem kabuklarının içinde yatıyordu.
Yumurtadan burada çıkmıştı, bu evde. ilk annesi gelmişti. Gündüzleri evde
olmuyoruz, yalnız kalıyor diye bir de erkek almıştık sonra. Bir akşam eve folluk
alıp gelmiştim, kafesin yan kapısına takmıştık. 0 güne dek hiç çiftleşmedikleri
halde, annesi folluğun içini epeyce kontrol ettikten sonra erkeğine "olur"
demişti. Beş yumurtası oldu, dört yavru yumurtadan çıkmayı başardı, üçü
yaşamayı. Çok gürültü yapıyorlar diye Balki'yi ayırıp diğerlerini satıcıya
verdik. Annesinden ayrıldığında çok küçüktü, yemlerin kabuklarını kırmayı
beceremiyordu. Kırıp dilimizin ucuyla gagasına uzatıyorduk, yavaş ve temkinli
bir edayla uzanıp dilimizin ucundaki yemi alıyordu. Sanırım bu yüzden bizi hep
annesi, babası sanmıştı. Kapısını açıp elime aldım, öptüm, balkona gidip
çiçekleri kurumuş saksılardan birine gömdüm.
Bilgisayarı açtım. Daha önce de, zaman zaman kıskançlık krizleri geçirmiş,
bilgisayarı allak bullak ettiğim halde hiçbir şey bulamamıştım. Hiçbir şeyin
kaydedilmediği java yazılımım kullanan sohbet programlarına girdiğinden kimlerle
ve neler konuştuğunu bilmiyordum. İlk kez o gün, temporary'de ne olduğunu
bilmediğim kimi kayıtları -bu dosyaları daha önce açmayı denemiş, ama
başaramamıştım- Word belgesi olarak açmayı akıl ettim.
Önce silinmiş elektronik postaların izlerini açtım. Temporary kendisine
ayrılan yer kadar silinmiş olsa da bütün postaların izlerini saklıyordu. Hasan'ı
o zaman tanıdım. Gülden'e iki fotoğrafını göndermişti; biri gençlik
dönemlerinden, diğeri şimdiki zamandan. Gülden de ona bir fotoğrafını göndermeyi
denemiş, ama kimbilir nerede tarattığı fotoğrafı bilgisayar tanımamıştı. Postaya
yine de denediğini yazmış ve jpeg formatında görünen ama olmayan bir dosyanın
adını "Çirkin-Ben" koymuştu. Daha alta, resmini ayrıca kargoyla gönderdiğini not
düşmüştü.
Sonra, cep telefonlarına ücretsiz mesaj gönderen bir internet servisinin
silinmiş kayıtlarını buldum. İlişkilerinin derecesini o zaman anladım. Hasan
evliydi, iki çocuğu vardı, ama mutsuzdu, eşinden ayrılmayı düşünüyordu. Tam bu
sırada Gülden'i tanımıştı. Mesajları ve Hasan'ın cep telefonunu not ettim, hatta
bir süre sonra, elimdekilerle Gülden'i ikna edebileceğimi düşünüp kalanları
açmadım bile. Şimdi anımsamıyorum; belki de neler yaşadıklarım merak edip
hepsini açmışımdır.
Geldiğinde ona hemen evi terk etmesini söyledim. Neden sorusuna karşılık
olarak mesajları gösterdim. Yalnızca "Ben bunları silmiştim" diyebildi.
Şaşkınlığı geçip bütün bunların "oyun" olduğunu söylediğinde, evli bir adamla
nasıl oyun oynadığını sordum. Hasan'ı tanımadan önce onların ayrılmaya karar
verdiklerini, bunda bir etkisinin olmadığını söyledi. "Neden ayrılıyorlarmış?"
sorumu, "Özlem'in Hasan'ı tanımadan önce yaşadığı bir ilişki yüzünden" diye
cevapladı. Karısının, kendisini tanımadan önceki ilişkisini sorgulayan bir
adamla nasıl oyun oynayabildiği ya da nasıl etkilenebildiği soruma pek tatmin
edici cevap veremedi.
Bilgisayarda Hasan'ın yan yana iki fotoğrafı ekranı kaplamış bekliyordu.
Şaşkınlığı geçince açıklamalarının yeterince inandırıcı olmadığını düşünmüş
olmalı ki, Hasan'ın kendisine değer verdiğini, güzel sözler söylediğini ve buna
kapıldığını söyledi. Telefonu alıp Hasan'ın numarasını tuşladım. Nereyi
aradığımı sordu, cevap vermedim. "Ona evli olduğumuzu söyleme, bilmiyor,
yalnızca sekiz yıldır birlikte yaşadığımızı sanıyor" dedi. Numara telefonun
ekranında duruyordu, parmağım "Ara" tuşunun üstünde bekledim. Dini inançları
yoğunmuş, dürüstlüğe çok önem veriyormuş. Ona, önceleri Guldenle Gökova'da
yaşadığımızı, halı işi yaptığımızı, ama Antalya'da bir mağaza daha açtığımdan
Gülden'i yalnız bırakıp Antalya'ya yerleştiğimi anlatmış. Gülden Akyaka'daki
mağazaya bakıyormuş, ama onu arada sırada ancak gördüğümden hayatında hep bir
şeyler eksikmiş. "Yalan söylediğimi anlarsa beni terk eder" dedi.
Hasan'a, daha telefonu açar açmaz Gülden hakkında ne düşündüğünü sordum.
Adımı söylememiş olsam da beni hemen tanıdı; defalarca Gülden'den benimle
konuşmak için telefon numaramı istediği halde alamamıştı. Gülden'i sevdiğini ve
hayatını birleştirmeyi düşündüğünü söyledi. Ona iyi bakıp bakamayacağını sordum.
Daha önce giyim üstüne çalışan bir mağazalar zincirinin kitap koleksiyonunu
yönettiğini, şimdi sahibi olduğu bir dergi aracılığıyla hobi malzemeleri
pazarlaması yaptığını ve bu projeyi şifreli yayın yapan bir şirkete satmaya
çalıştığım anlattı. Gülden'i çok sevdiğimi, aşırı duygusal biri olduğundan onun
incinmesinin beni üzeceğini, hiç istemediğim halde, ekonomik şartlar yüzünden
Antalya'ya yerleşip onu yalnız bırakmak zorunda kaldığımı ve onun benden
soğuduğunu söyledim. Onu hiç yalnız bırakmayacağını ve çok mutlu edeceğim
söyledi. Onu tanıdığım için sevindiğimi, bir an önce Gülden'in hayatının tekrar
düzene girmesi için gereken çabayı göstereceğine inandığımı söyledim. Konuşma
sırasında birkaç kez Gülden'den "eşim" diye söz etmemi garipsediğini söyleyince,
heyecan ve şaşkınlıkla yüzüme bakan Gülden'e karşı alaycı bir ifade takınarak,
"Biz Allah indinde kendimizi evli sayardık, imam nikâhlıydık" dedim, "Ama gönlü
sana düşmüş artık, yapabileceğim tek şey aranızdan çekilmek. Gülden'i boşuyorum;
boş ol, boş ol, boş ol. Allah ikinizin de mutluluğunu daim etsin." Telefonu
kapattıktan sonra evden çıkana dek sesli sesli güldüm. Çıkarken Gülden'e, bir an
önce evden çıkıp gitmesini söylerken hâlâ gülüyordum.
Hava kararana kadar kitabevinde oyalandım, sonra derneğe çıktım. Edebiyat
bölümünde okuyan, Joyce hayranı Kıbrıslı bir kızla tanıştım; adı Aylin'di
sanırım, Dublinliler ve Portre üstüne -Sanatçının Bir Genç Adam Olarak
Portresi'ne kısaca Portre demeye başlamıştık- daha ayrıntılı konuşabilmek için
evine çaya davet etti. Birlikte, karanlık bir ara sokağa park ettiğim arabama
giderken telefonum çaldı, arayan Özlem'di.
Oldukça uzun konuştuk, telefonumun bataryası bitmeseydi daha da
konuşacaktık. Ayrılıyor olsalar bile Hasan'ı hâlâ sevdiğini ve onun mutluluğunu
istediğini, Gülden'in Hasan'ı mutlu edeceği konusunda şüpheleri olduğunu, çünkü
Gülden'in daha önce Fatih adında bir dişçiyle ilişkisi olduğunu bildiğini,
üstelik benimle ilişkisini sürdürdüğü halde Hasanla da gönül ilişkisine
girdiğini, bunları yapabilen birinin Hasan'a acı çektirmesinden korktuğunu
söyledi. Söylediklerine karşı çıktım, "Tanrı biliyor ya Gülden mükemmel ve çok
dürüst biridir. Hasan'ı çok mutlu edeceğinden eminim, ben ona layık değilim"
dedim. Sonra Gülden'in Fatih'le ilişkisi hakkında neler bildiğini sordum.
Fatih'in sohbet odalarında avcılık yapan evli biri olduğunu, gizli ilişkileri
için muayenehanesinin arkasındaki odaya yatak bile koydurduğunu söyledi, sonra
da "Gerçi benim ilişkilere bakış açım böyle değildir, ama Gülden Hasan'a,
Fatih'in âşık rolü yapıp kimi sözler vererek kandırdığı birçok kızı lekelediğini
bildiğini söylemiş, hatta Fatih'in bankada çalışan karısının telefonunu bulmuş
ve kocasının neler yaptığını anlatıp intikam almış" dedi.
Sesi, komik bir televizyon dizisinde, hapisteki kocasını bekleyen aptal ve
çirkin kadın tiplemesi ile tanınmış bir oyuncunun sesine benziyordu. Bir an
arayanın Hasan'ın karısı değil de, parayla tutulmuş üçüncü sınıf bir tiyatro
oyuncusu olduğunu düşündüm; Gülden hakkında bilgi almak için karısı rolüne girip
beni arıyor olabilirdi. Ne olursa olsun çok eğleniyordum. Gülden'in Hasan'a
anlattığı her şeyi nasıl olup da bildiğini sordum, ne de olsa Hasan evlilik dışı
bir ilişki yaşıyordu ve yaptığı her şeyi karısının bilmesi normal değildi.
Hasan'ın çok dürüst biri olduğunu, yaşadığı her şeyi kendisine anlattığını
söyledi. "Bütün bunları bilmek sizi üzüyor olmalı" dedim. Hasan'dan ayrılıyor
olmasının kendisini üzdüğünü, ama hayatın devam ettiğini söyledi; "Biliyor
musunuz Âdem Bey, bugün aynada kendime baktım. Hasan izin vermediği için
evliliğim boyunca hiç giyemediğim mini eteğimi giydim, üstüne de vücudumu
sımsıkı saran bir bluz. Bir de makyaj yaptım ve kendime baktım. Baktım ve dedim
ki, ben gerçekten güzel bir kadınım." Batarya bitmek üzereyken ona, neden yüz
yüze dertleşmediğimizi sordum, bunu düşüneceğini söyledi.
Aylin'den özür dileyip arabaya bindim. Konuşma süresince beni arabada
beklemişti, gülümseyerek önemli olmadığını söyledi. Yüzü bana dönüktü, göz göze
geldik. Eğilip onu öptüm. On yıldır Gülden dışında tanıdığım ilk dudaklardı,
sıcak, ıslak ve tatlı. Tekrar eğildim. Bir süre sonra dudaklarını çekti, "Bir an
önce eve gitsek iyi olacak" dedi. Elimi bacaklarının arasından çekip doğruldum,
arabayı çalıştırdım. O gece onda kaldım. Kısa bir süre sonra, ailesel nedenlerle
okulu bırakıp Kıbrıs'a dönmek zorunda kaldı, ama gidene dek sık sık buluştuk ve
garip bir şekilde ne Dublinliler'den ne de Portre'den bir daha söz etmedik.
Ertesi gün Özlem tekrar aradı. Uzun konuşmanın sonunda bana gelmek
istediğini söyledi, ben de onu heyecanla beklediğimi söyledim. Eve gittiğimde
Gülden bilgisayarın başındaydı, işimin olduğunu söyleyip masadan kalkmasını
istedim. Odadan çıktı. Bir süre porno siteleri dolaşıp resim topladım. Sonra bir
sohbet odasına girdim. Geceyarısından sonra Gülden gelip yanımda durduğunda,
sanki onu fark etmemiş gibi, İstanbul'da özel bir radyoda çalıştığını söyleyen
Honey ile açtığımız odanın penceresini kapat; en son, "Bacaklarını iyice aç,
yalamak istiyorum" yazmıştım. Honey'nin "Bacaklarımı iyice açtım, ellerimle
dudaklarımı araladım" cevabı alt satırda göründü.
- Dilim kıçının deliğinde yuvarlaklar çiziyor tatlım.
- Hazırım aşkım, hadi.
- Şimdi yukarıya çıkıyorum, gül dudaklarını baştan başa yalıyorum.
- Ufff.
- Şimdi dilimi içine sokuyorum. Mımmm, balın çok tatlıymış.
"Hadi artık, deliriyorum, gir içime" yazısı göründüğünde Gülden'e dönüp,
beni yalnız bırakmasını, mastürbasyon yapacağımı söyledim. "İğrençsiniz" diyerek
geri döndü, gidecekken tekrar ekrana bakıp "Senin takma adın ne ?" diye sordu.
"Yavru Guguk Kuşu" dedim. "Dalga mı geçiyorsun, ekranda öyle bir isim görünmüyor
ki?" dedi. Cevap vermeyince yatmaya gitti.

XII

Köşedeki masaya yerleşiyorum, burası diğer bölüme göre daha sessiz.


Masaların çoğu boş, karşı köşede ilk kez gördüğüm kalabalık ama sessiz bir grup
var. Kâmil masanın başında ayakta duruyor, elindeki rakı bardağını sallaya
sallaya, bütün neşesiyle gruba bir şeyler anlatıyor. Salınışına ve masaya
yaklaşırken kendini dernek başkam diye tanıtmış olmasına -hep öyle tanıtır-
rağmen şimdiye dek masaya davet edilmemiş olmasına bakılırsa -davet edilse hemen
otururdu- çok içmiş olmalı. Abartılı kahkahalarla anlattıklarına -aslında iyi
hikâyeleri de vardır- masadakilerin hiç gülmemesi, bir süre önce masadaki
kızlardan birine açıkça asılmış, hatta daha da ileri gidip bütün grubun önünde
evine davet etmiş olduğunu gösteriyor. Ona baktığımda geleceğimi görür gibi
oluyorum, bu beni korkutuyor.
Çantamdaki dosyalardan birini çıkarıp masaya koyuyorum, yemek gelene dek
bununla oyalanabilirim. Gruptaki kızlardan biri, sandalyesine astığı çantasından
cep telefonunu çıkartırken öylesine bir bakıp masasına dönüyor tekrar, içeriye
girdiğimde de göz göze gelmiştik. Dosyayı açıyorum, ilk sayfada bölümle ilgili
notlar var.
"Şiddet duygusuyla açılım, Fethiye'ye gidiş'e geri dönüş yap, yolda ve
Fethiye'de telefon konuşmaları, dönüş, eşyaların alınması, boşanma, eve gelmesi
ve gitmemekte direnmesi, şiddet duygusuyla geriye dönüşü bitir, hücrede
kapanış."
Başımı dosyadan kaldırmadığım halde, kızın kalkıp oturduğum masaya doğru
geldiğini fark ediyorum. Telefon kulağında, konuşmalarını masadakilerin
duymasını istemiyor olmalı. Oturduğum sandalyenin yanından geçiyor, arkamdaki
duvar boyunca uzanan pencerenin önünde durup konuşmasını sürdürüyor.
- Evet canım... Ben de özledim... Bakıcının parası verilecekti bugün...
Biraz fazla verseydin, cebinden mama filan alıyor...
Ona hiç bakmadan, üstünde notlar bulunan kâğıdı ters çevirip kocaman
rakamlarla telefon numaramı yazıyorum. Kâğıdı masanın kenarına koyup bölümün
neresinde kaldığımı bulmak için son cümleye bakıyorum. Evet, bu bölümü
bitirmiştim, başındaki notlan karşılayan her şeyi yazmıştım, ama belki de
bölümle ilgili i-çimdeki yavanlık duygusunu bastırmak için sonuna "İçine
görünmez bir sihir koy" notu düşmüştüm.
- Afyon'a geçeceğiz buradan... Evet hayatım... Hafta sonu görüşebiliriz
ancak, iki günlük boşluk var... Tamam, kendine iyi bak... Ben de seni, bay bay.
Kız masaya dönüp oturuyor. Fikret elinde iki tabakla masama doğru gelirken
telefonumu yazdığım kâğıdı ters çevirip dosyanın içine koyuyorum. Tabaklan
masaya bırakıyor. Gözlerimle grubu işaret edip kim olduklarını soruyorum. Sesini
kısarak, şehre turneye gelen bir tiyatronun oyuncuları olduğunu söylüyor, yarın
oyunları varmış. Fikret istediğim birayı getirmek için bara giderken masada
oturanlar aynı anda dönerek bana bakıyorlar. Kâmil onlara, anlatacak hikâyesi
kalmadığında hep yaptığı gibi benden söz ediyor. Fark etmemiş gibi yemeyi
sürdürüyor, bir yandan masanın kenarında duran dosyayı okumaya çalışıyorum.
- Âdem.
Kafamı kaldırıp ilgisizce Kâmil'e bakıyorum.
- Gelsene, arkadaşlar var. Tiyatrocu...
Dili, ağzına sığmıyor. Grubu başımla selamlayıp özür dileyerek işim olduğunu
söylüyorum. İyi oldu, bu bahane biraz sonra masadaki kredisini bitirecek Kâmil'i
de benden uzak tutar. Bölümü okumaya çalışıyorum, ama burada şapkamdan tavşan
çıkaramayacağım sanırım. Neyse ki Ediz geliyor. Dosyayı kapatıp çantama
koyuyorum. Karşıma oturuyor.
- Bugün erken kapatmışsınız.
- Yok oğlum, karakoldan geliyorum.
- Ha, gittin demek, ne sordular?
- Tahmin ettiğin gibi, "Dernekten ne zaman çıktınız?", "Eve ne zaman
döndünüz?" filan.
- Ne dedin ?
- Ne diyeceğim, ne olduysa onu dedim.
- Başka ne sordular?
- Gülden'i ne zamandan beri tanıdığımı sordular. Güldenle samimiyetimin
derecesini ve onunla paylaştığım bir sır filan olup olmadığını sordular. Ben,
seninle samimi olduğumu, Guldenle pek bir şey paylaşmadığımızı söyledim. "Onlar
boşandıktan sonra Guldenle pek karşılaşmadık zaten" dedim. Onu iki üç ay önce
bir kez kitabevinin önünden geçerken gördüğümü, bir daha da görmediğimi
söyledim.
- İyi.
- Sen ne yaptın?
- Öğleden beri uyuyorum. Kalkar kalkmaz buraya geldim işte.
Kendine bira ve çerez söylüyor. İçip kitabevine ineceğini, eğer burada
olacaksam kapattıktan sonra gelebileceğini söylüyor. "Tamam" eliyorum, "sonra
birlikte döneriz." Dergi için bir şeyler hazırlayıp hazırlamadığımı soruyor.
Çantamdan "Hücre" metnini çıkarıp ona veriyorum. Aslmda roman için yazdığım
bölümlerden biri olduğunu, ama daha önce de Çatalçeşme'de yayımladığım kimi
metinleri ya da karakterleri önceki kitabıma aldığımdan sorun olmayacağını
söylüyorum. Metni okumaya başlıyor. O okurken yemeğimi bitirmeye çalışıyorum.
Gruptaki erkeklerden biri telefonla konuşarak pencereye doğru geliyor.
Oturduğumuz masadan uzak durmaya çalışarak pencerenin diğer ucunda kısık sesle
konuşuyor, ama öfkesi kimi zaman sesini yükseltmesine neden oluyor.
- Ne aşkı ya, seninki hava cıva... Sürpriz yapacaktım, hem konumuz turne
değil... Evet, gazetede yazmıyor... Eğer benimle biraz ilgilenseydin ilk oyunun
Denizli'de olduğunu bilirdin... Bu iş bitti tamam mı, kapatıyorum... Hayır,
kapatıyorum... Ne kazası ya, sen yalancının birisin, hâlâ yalan söylüyorsun...
Ne halt edersen et...
Geber... Aşağılık yalancı, arama beni bir daha.
Telefonu cebine sokuyor, ama masaya dönerken telefon yine çalıyor.
Masadakiler sessiz önlerine bakıyorlar, Kâmil görünürlerde yok. Ediz elindeki
metni okuyormuş gibi görünse de uzun süredir aynı satırlara baktığının
farkındayım.
- Bana bak, iki saattir konuşuyoruz, biz bu işi çözemeyiz tamam mı? Bitti bu
iş... Arama diyorum, sürekli arıyorsun, senin yüzünden telefonumu kapalı tutmak
zorunda mıyım ? Yalan söyleme bana, bütün gün okulda seni aradım... Neyi merak
edeceğim ya? Telefonun niye kapalıydı, cevap verebiliyor musun? Kütüphaneye
baktım ben, hem de kaç kere... İnanmıyorum otobüsün kaza yaptığına... Hayır, ne
bileğini ne de seni görmeyeceğim... Hadi ya, iyice gözümden düşmeden kapat şu
telefonu... Siktir git, yalancı orospu.
Masaya dönerken telefon yine çalınca tümüyle kapatıyor, cebine sokup
oturuyor. Ediz göz ucuyla bana bakıp bir kaşını kaldırıyor, tekrar metne
dönüyor. Tabaklan üst üste koyup yandaki masaya bırakıyorum.
- İyi olmuş bu, listeler her zaman iyidir. Önümüzdeki aya alalını.
- Ne listesi?
- Var ya şurada; balık, ağaç, şeytan, aslan, kaplan filan. Yalnız duvara
astığın tüfek mutlaka ateş etsin.
- Nasıl yani?
- Yani filmin başında duvara asılı bir tüfek gösteriyorsan, filmin sonunda
birini vurmalı o tüfek. Bir metin olarak tek başına iyi, anahtar gibi, ama bir
romanın içinde bu kadar imgenin nerelere bağlanacağını doğrusu merak ediyorum.
- O imgeleri bir çırpıda yazdım, aklıma ne geldiyse... Yalnız bazılarını,
duvara kolayca çizilemeyeceğinden çıkarmak zorunda kaldım; aşk, sadakat, ihanet
gibi.
- Eh, epeyce uğraşılsa da çizilemezdi herhalde.
- Ama kimi sözcüklerden elde edilebilirdi, bu imgelerin bizde uyandırdığı
kimi sözcüklerden... Mesela biraz önce telefonla konuşan şu çocuk; biz yalnızca
onun söylediklerini duyduk, ama karşıdakinin ne söylediğini de tahmin edebiliriz
değil mi?
- Kız ne diyor, kaza mı olmuş ?
- Evet, okuldan eve dönerken bindiği otobüs kaza yaptığı için düştü ve
bileğini zedeledi.
- Ama bu neden okulda olmadığım açıklamıyor değil mi ? Kazayı anlatması
sadece acıma duygusunu uyandırmak için.
- Duvarda olmayan bir imge daha.
- Ne?
- Acıma. Kız kendini öldüreceğini de söyledi üstelik.
- Evet, bunu dediğini ben de anladım.
- Gülden de aynı oyunu oynamıştı. İstanbul'dan döndükten birkaç gün sonra,
yalanı ortaya çıktığında ayrılmamız gerektiğini söylemiştim. Kabul etmiyor,
ihanet etmediğini söylüyordu, ikna olması için sürekli onu aşağılıyordum, belki
benden nefret edip ayrılmayı kabul eder diye.
- Bence bu gibi durumlarda aşağılama işe yaramıyor, insanı daha da
vazgeçilmez kılıyor.
- Aynı akşam yatak odasına kapanıp kapıyı kilitledi. Bir süre sonra banyoya
girdiğimde, yeni aldığım beşli permatik poşetinin açıldığını ve ikisinin
eksildiğini gördüm. Kapıya gidip, açmazsa kıracağımı söyledim. Açtı. Permatikler
ve bir kutu uyku hapı komodinin üstünde duruyordu. Onları alırken bana
sarılmasına izin verdim. Yedinci kattaydık, ne kadar önlem alırsam alayım
kendini öldürebilirdi.
- Requiem.
- Evet, o metni ertesi gün yazdım. Gerçekten intihar duygusunun ne
olabileceğini bulmaya çalışıyordum. Yazarken bana sarılmasına izin vermemem
gerektiğini düşündüm. Banyoda kullanılmış iki permatik daha vardı, gerçekten
intihan düşünse neden yeni poşeti açsın ki? Mikrop kapmaktan mı korkuyordu?
- Fark etmeni istiyordu.
- Evet. İşte bak, yine telefonu çalıyor. İntihar etmesinden korktuğu için
telefonunu açtı, onu merak ediyor. Çünkü kız ona, mutlu günlerinde bile yaşamın
acı verdiğinden ve zaman zaman intiharı düşündüğünden söz etmişti. Aslında kızın
intihar edebilecek oluşunun onu korkuttuğunu söyleyemem, sadece merak ediyor
demeliyim. Kızın ya da herhangi birinin onun için intihar etmesi, başkaları
tarafından ne kadar çok önemsendiğim gösterir.
- Eh, hikâyeyi neredeyse tamamladın.
- Ya oğlum, şöyle bir düşün. Aranızda aşk olduğunu sandığın bütün kızlar
sana yaşamın anlamsızlığından ve üstü kapalı da olsa intihardan söz etmedi mi?
Bu içgüdüyle doğuyoruz sanki ve sadece çok özel olduğunu düşündürmek istediğimiz
kişilere söylüyoruz. Oğlanı kaybetmek istemiyorsa ki sürekli aradığına göre
istemiyor, kız bu gece bir intihar gösterisi bile düzenleyebilir.
- Neden kaybetmek istemiyor?
- İşte komik ya da trajik olan bu; hepimiz ne olduğunun farkındayız, ama
yine de aşk varmış gibi yapıyoruz. Şimdiye dek olmadıysa bile ilk kez bizimle
var olsun istiyoruz. Herkese, "Ben farklıyım, ben yapabilirim, bu kez olacak"
dedirten ve elimizde bir sevgi varken bile sürekli onu aramamıza yol açan bir
duygu. Orada da yoksa ki yok, geriye dönüp elimizdeki, belki de zorunluluklarla
yürüttüğümüz ilişkiye sığmıyoruz.
- Ama bu sadece bir örnek, her olayı bu örnekle değerlendiremezsin.
- Hangi örnekle ?
- Gülden'in aşk sanıp gittiği o adamdan söz ediyorsun. Adam Gülden'e "Neden
daha kolay çıkartılabilecek bir şey giymedin?" dediğinde Gülden her şeyin
farkına vardı ve elindekine geri dönmek istedi.

- Bunu nereden biliyorsun? Duralayıp gözlerini kırpıştırarak bir an


pencereye doğru bakıyor. Sesim çok sert değil, ama yine de sorudaki vurgu onu
korkutuyor. Sonra kendinden emin bir tavırla gözlerini gözlerime dikiyor.
- Sen anlattın ya oğlum.
- Ediz, söylediğinin beni ne kadar aşağıladığını tahmin etseydin
anlatmayacağımı da bilirdin. Sana bunu anlatmadığımdan kesinlikle eminim.
Her zamanki gülümsemesiyle yüzüme bakıyor. Tam bir şeyler söyleyeceği anda,
lokale girdiğinden beri barda oturan ve zaman zaman dönüp bana bakan, yüzü
tanıdık geldiği halde nereden tanıdığımı çıkartamadığım adamın bize doğru
yaklaştığını görüyorum. Ediz tedirginliğimi fark edip söyleyeceklerinden
vazgeçiyor, geriye dönüp adama bakıyor. Adamın konuşmaya başlamasıyla neredeyse
aynı anda telefonuma mesaj geliyor.
- Özür dilerim, rahatsız ediyorum. Âdem Karman değil mi?
- Evet benim.
- Bir konuda yardımınızı isteyecektim, konuşmamız mümkün mü?
- Elbette, oturun lütfen.
Öykülerini ya da şiirlerini derlediği dosyasını nasıl kitaplaştırabileceği
ve yayınevleriyle nasıl iletişim kurabileceği konusunda bilgi istemeye gelmiş
biri olmalı. Ediz saatin neredeyse sekiz olduğunu, kitabevini kapatması
gerektiğini söyleyip kalkıyor. Adam Ediz'in kalktığı sandalyeye otururken mesajı
okuyorum, "MERHABA." Gönderen telefonumda kayıtlı biri değil, altta sadece
numarası görünüyor. Grubun olduğu masaya bakıyorum, biraz önce arkamdaki
pencerede telefonla konuşan kız, telefonunu görebileceğim şekilde çantasına
koyup gülümseyerek masasına dönüyor. Cevap olarak ne yazacağımı düşünürken
birdenbire, karşımda oturan ve telefondaki işimin bitmesini bekleyen adamın,
adliyede beklerken savcının odasından çıkıp uzun uzun bana bakan kişi olduğunu
anımsıyorum.

XIII

Mephisto
"Karısı sık sık sorununun
bu olduğunu söylerdi;
acıma yok, empati de."
Ron Goulart / Sorun Şuydu

"Gitmiyorum işte, ne yaparsan yap" dedi. Çaresiz gibiydim, ikili koltuğun


ortasına oturmuştu, tam karşısında kollarımı açmış ayakta duruyordum.
Suratımdaki delirmiş ifadeyi korumaya çalıştım ve biraz önce söylediğimi yapıp
yapamayacağımı düşündüm; gitmezse onu dövmekle tehdit etmiştim. Tam
karşısındaydı. Korkunç bir hızla sağ elimi kaldırıp suratına bir tokat attım;
sanırım buna tokat denemez, sadece elimle değil bütün bedenimle, her şeyimle
vurdum sanki. Koltuğun üstüne devrilirken sol elimle bir daha vurunca hacıyatmaz
gibi diğer tarafa savruldu. Çaresizlik duygum birdenbire yok olmuştu, sonrasında
kaç kez daha vurduğumu anımsamıyorum. Kazağından tutup bir çuval gibi kaldırdım
ve sürükleyerek kapıya götürdüm. Kapıyı açıp dışarıya ittim. Düştüğü yerden
kalkıp asansörü çağırdı, burnu kanıyordu. O kadar vurmama rağmen ayakta
durabilmesine şaşırmıştım. Asansör daha gelmeden küfretmeye başlayınca
ayakkabılarımı giyene dek zaman verip, yakalamamaya özen göstererek
merdivenlerde onu kovaladım. Apartman kapısından çıktığımda ortada görünmüyordu.
Fethiye'ye gittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi uyumaya çalışmıştım. Bir
süre yatakta dönüp durdum, uyuyamayacağımı anlayınca kalkıp çorbacıya gittim,
işyerine geldiğimde mesainin başlamasına epey vardı, odada tek başıma oturup üst
üste sigara içtim. Mesainin başlamasına yakın diğerleri geldiler, ilk çaylarını
içip sanki her şey yerli yerindeymiş gibi günlük işlerden, akşamki dizilerden,
hafta sonu oynanacak maçlardan söz etmeye başladıklarında nefes alamadığımı fark
ettim. Çıkıp uzun süre arabayla çevre yolunda dolaştım. Dengemin bozulduğunu,
doğru kararlar veremediğimi düşündüm, biriyle konuşmam gerekiyordu, kitabevine
yöneldim. Ediz daha gelmemişti, telefon edip çabuk gelmesini, kendimi çok kötü
hissettiğimi söyledim. Yarım saat sonra geldi, ona olanları anlattım. Ne
istediğimi sordu.
- Her şeyimi kaybetmiş gibiyim. Onu istiyorum.
- Bunu atlatabilecek misin ? Onu istediğini söyleyip üç gün sonra geri
dönme.
- Evet, eminim. Gerçekten gitmiş olduğunu anlayınca çok kötü oldum.
- Aylardır ona gitmesini söylüyordun.
- Ama gitmiyordu ki, gideceğini sanmıyordum. Şimdi ne yapacağım?
- Kendinden eminsen ona telefon et, geri dönmesini söyle.
Dışarı çıkıp cep telefonunu aradım. Denizli, Fethiye arasındaki yol dar
olduğundan otobüs yerine eski midibüsler çalışıyordu, telefonu açıktı.
-Alo.
- Neredesin?
- Köyceğiz'e geliyoruz.
- Köyceğiz'de in ve geri dön.
- Ne?
- Seni seviyorum. Her şeyi unutup yeniden başlayabiliriz.
- Bilmiyorum, kararsızım.
- Geri dönmeni istiyorum, ne olur Köyceğiz'de in ve dön.
- O iyi bir insan, en azından beni bir kez görmeyi hak ediyor.
Telefonu kapattı. Afallamıştım, ona "Dön" dediğimde hemen kabul edeceğim
sanıyordum. Öğleye doğru tekrar aradım, telefon epeyce geç açıldı.
- Alo.
- Neredesin?
- Oteldeyiz, lobide oturuyoruz.
- Ne yapıyorsunuz siz? Sesin bir acayip geliyor.
- Saçmalama, lobideyiz dedim ya.
- Geri dönmeyecek misin ?
- Döneceğim. Buraya kadar gelmişken en azından bir akşam yemeği yiyelim
diyoruz.
- Ne olur hemen dön, çıldırmak üzereyim.
- Bilmiyorum, kararsızım.
- Seni seviyorum, sensiz yapamam. Ne olur dön.
- Sonra görüşürüz.
Bir kez daha arayınca görüşmeyi reddetti, sonra telefonunu tümüyle kapattı.
Üst üste kaç kez aradığımı bilmiyorum, kendimi sürekli onu arama duygusundan
kurtarmak için sinemaya gittim, ama filmin onuncu dakikasında çıktım. Akşamüzeri
aradığımda telefonu açıktı. Bir karar verip vermediğini sordum. Önce kararsız
olduğunu söyledi, ama sonra ağız değiştirdi, dönmek istiyordu ancak otobüsler
saat beşten sonra çalışmadığından dönüşü ertesi güne kalmıştı. Birdenbire
durulup sakin bir sesle telefonu Hasan'a vermesini söyledim; sesimdeki,
yitiriyor olmaktan kaynaklanan panik, kaygı ve acı yok olmuştu. Hasan'la
konuşurken aynı sakin tavrı sürdürdüm; ona, Gülden'e iyi bakmasını, artık onu
görmek istemediğimi, Gülden'in de bir an önce dönüp evdeki özel eşyalarını
almasını, çünkü evin kilidini değiştireceğimi söyledim. Mutluluklar dileyip
kapattım ve Gülden'in bütün aramalarını reddettim, gönderdiği mesajları
görmezden geldim.
Sonrasında olanları, kendimce geçerli nedenlerim olsa da, ona olabildiğince
acı vermek için yaptığımı biliyorum. Oralarda Gülden'in başına bir şey gelirse
sorumluluğu tek başıma almayayım bahanesiyle annesini arayıp olanları anlattım
ve kızının Hasan'la birlikte Fethiye'de bir otelde kaldığını söyledim. Ağlayarak
Hasan'ın cep telefonu olup olmadığını sordu, numarasını verdim. Bu kadarı
yeterliydi, ama nedense aynı gece Özlem aradığında, ona sekiz yıllık mutlu
evliliğimizden ve ara sıra gitmemize rağmen hiç Gökova'da yaşamadığımızdan,
evimizin Denizli'de olduğundan söz etme gereği duydum; Gülden'in birdenbire
bütün bu mutluluğu göz ardı ederek başka erkeklere gitmesinin, bunca yıldır
gizlemeyi başardığı ruhundaki hafiflikten kaynaklandığım, ondan kurtulmak için
evli değilmişiz gibi yalan söylemek zorunda kaldığımı, Hasan’ın Gülden'i
kabullenerek beni bu dertten kurtaracağını umduğumu söyledim. Bütün bunlara
inanamadığını söylediğinde, dilerse Gülden'in annesini arayıp konuşabileceğini
söyledim. Numarayı verdikten sonra, "Gülden'in Hasan'ı sevdiğine inanmıyorum"
dedim, "Seviyor olsa ona gideceği akşam benimle sevişmez-di." Üstelik bütün
bunları ona bir yakınlık ve sıcaklık duymasam, ona güvenmesem asla
anlatmayacağımı söyledim. Gülden'den boşanıncaya değin anlattıklarımı Hasan'a
anlatmayacağına dair yemin etmesini istedim.
Yemin etti. Telefonu kapatır kapatmaz hemen Hasan'ı arayıp söylediklerimi
anlatacağını biliyordum. Öğleden sonra aradığında, akşam sinemaya gittiği için
Hasan'ın sinirlendiğini anlatmıştı, onu kıskanıyor olması hoşuna gidiyordu.
Hasan ona, sinemada gördüğü yakışıklı bir erkeğin peşinden gidebileceğini ima
etmiş,
Özlem de tercihinin yakışıklı ve güçlü iki erkek olduğunu söylemişti.
Hasan'ı kıskandırmak istemesini anlıyordum, kıskanıp geri dönmesini umuyordu.
Yalnız Hasan'ın, Gülden'in bütün yalanlarını öğrenmiş olmasına rağmen, hep
onunla birlikte olacakmış ya da Özlem’in bana verdiği sözü tutuyormuş gibi biz
boşanana dek önceki tavrını sürdürmesini anlayamadım; tıpkı Özlem’in, Hasan'ın
pazara dek Guldenle kalacağını öğrendikten sonra, Denizli'deki akrabalarını
bahane ederek gelip bir gece benimle kalmasını ya da bütün bu karışıklığın
sonrasında Hasan'ın Özlem'le evliliğini sürdürmesini anlayamadığım gibi.
Gülden döndüğünde özel eşyalarını alıp ablasına yerleşti. Fethiye'ye
gitmeden önce ayrılığımızın maddî yönünü konuşmuştuk; araba ve evdeki ortak
eşyalar benim, yapılmakta olan ev Gülden'in olacaktı. Eşyalarını alırken,
"Yaşadığım en güzel şeyi hep birlikte mahvettiniz" deyişine, evden çıkmadan önce
babasının telefon edip kızından boşandığım takdirde beni öldüreceğini
söylemesine ve hakaretlerine tepki göstermedim, hatta Gülden'i ve annesini
gidecekleri yere bıraktım.
Döndüğünde Hasan'la arası bozuktu, barışana dek mahkemeye başvurmadı.
Akşamlan internet salonlarına gidip Hasan'la tanıştığı sohbet odalarına
giriyordu. Odada pek konuşmayan, Kleptobiyoz takma adlı birinin onları
gözlediğinden habersizdiler. Aynı sohbet odasında, aynı takma adla Hasan'ı uzun
süre beklemiştim, eve döndüğünde er ya da geç internete girecekti. Odaya gelir
gelmez adımı Venüs olarak değiştirdim ve bekledim. Kısa sürede benim İstanbul’da
okuyan, İzmirli zengin bir ailenin kızı olduğumu, Beşiktaş'ta kendi başıma bir
evde yaşadığımı ve çok güzel olduğumu öğrendi. Varsa fotoğrafımı göndermemi
istedi. Ona, dolaştığım hacker sitelerinde bulduğum en yetenekli Truva atını
gönderdim.
Atın adı Mephisto'ydu. Hasan resim sandığı dosyayı açmak için tıkladığında,
ekranında değişen hiçbir şey göremedi ve dosyanın gelmediğini sandı, ama
Mephisto açılır açılmaz kendini değiştirip bilgisayarının belleğine yerleşmişti
bile. İnternete bağlı olduğu süre boyunca yazdığı her harfi, kaydettiği her
dosyayı izleyebiliyor, ekranında ne görüyorsa hepsini görebiliyordum. Kullandığı
bütün şifreleri, hatta Hasan’ın bile bilmediği Özlem'in gizli elektronik posta
şifrelerini bir kâğıda yazdım. Takma adımı eski haline getirip Hasan çıkana dek
sessizce odada beklemeyi sürdürdüm. Ertesi akşam Gülden odaya geldiğinde
kendilerini özel odaya kapattılar, ama Hasan'ın ekranından, Gülden'in ona
yazdıklarını da gördüm.
Gülden bir hafta sonra gelip Hasanla konuşmamı ve evli olmadığımızı
söylememi istedi. Annesini razı etmişti; kadın Hasan'a telefon edip, kızının
benden ayrılmasını istemediğinden ve yakında evleneceğimizi umduğundan, Hasan’ın
araya girmemesi için "Onlar evli" demek zorunda kaldığını söyleyecekti. Bu,
Gülden'in Fethiye'deyken Hasan'a söylediği, "Ailem onun parasıyla geçiniyor,
ondan ayrılmamı bu yüzden istemiyorlar ve sana evli olduğumuz yalanım
söylüyorlar" yalanını da doğru gibi gösterecekti. Telefon etmeyi kabul ettim,
ama önce avukata gitmemiz gerektiğini söyledim. Bu onun da işine geldi. Hasan,
Gülden'in kimliğini görmek istediğinde, cüzdanım çaldırdığından kimliğinin
olmadığını, yenisini çıkartacağım söylemişti. Avukata, ne kadar sürede
boşanabileceğimizi ve nüfus cüzdanına "bekâr" yazdırıp yazdıramayacağını sordu.
Avukat, eğer eşyaların bölüşümü konusunda anlaştığımızı gösterir bir sözleşme
imzalarsak bir hafta içinde boşanabileceğimizi, elden evrak takibi yapıp ertesi
gün "bekâr" yazılı yeni kimlik çıkartabileceğini söyledi. Bunu söylerken
Gülden'in evlenmeden önceki kütüğünün İstanbul'da olduğunu, yeni kimlik için
boşanma kararının İstanbul'a gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Sözleşmeyi yaptık.
Gülden avukata mahkemeye başvurmaları için vekâlet verdi. Dönerken Hasan'ı
aradım ve Gülden'in istediklerini söyledim; sekiz yıldır birlikte yaşamamıza
rağmen evlenmeyi hiç düşünmemiş, ama onu kaybetmenin acısıyla intikam almak için
Özlem'e "Evliyiz" yalanını atmıştım.
Mahkeme tarihine daha altı ay varken, hem avukatın girişimleri hem de
Gülden'in hâkime giderek bir an önce boşanmak istediğini söylemesiyle üç gün
sonra boşandık. Sonraki üç hafta boyunca Hasan'la özel oda konuşmalarım izledim.
Beni hiç aramıyordu. Gülden'in olmadığı bir akşam, sohbet odasına Mephisto takma
adıyla girdim ve ona Tolstoy takma adını kullanmasına rağmen "Nasılsınız Hasan
Bey?" mesajını gönderdim.
- Adımı nereden biliyorsunuz?
- Mephisto bilir,
- Kimsiniz siz?
- Fatih. Gülden anlatmıştır belki.
Önce hakaret etti. Muayenehanemin yerini bildiğini, gelip beni öldüreceğini,
benim bir alçak olduğumu, aşkı kullanarak kızları yoldan çıkardığımı söyledi.
Ona, "Sen bir salaksın. Kızlar zaten yolda değiller ki, Gülden bana geldiğinde
sadece seks istediğimi biliyordu" dedim, "Bugün telefon etti, haftaya İstanbul’a
geliyormuş, uğrayacağım söyledi. Üstelik Özlem'in de dişlerinden biri çürük, sen
Fethiye'deyken onun tedavisiyle de ilgilendim" diye devam ettim. Cevap vermeden
odadan çıktı ve internet bağlantısını kesti. Bir daha aynı sohbet odasına
girmedim.
Bu konuşmadan birkaç gün sonra Gülden aramaya başladı. Evde kalan kimi
eşyalarından söz ediyor, gelip almak istediğim söylüyordu. Onu görmek
istemediğimi, kalan eşyasının olmadığını söylememe rağmen aramaya devam etti.
Birkaç kez kapıya geldi, ama içeriye almadım. Her seferinde ağlayarak, kapıya
dayadığım elime ya da yüzüme dokunmak istedi, izin vermedim. Bana hâlâ âşık
olduğunu ve dönmek istediğini söylediğinde onu aşağıladım ve aşağılık biriyle
işim olmadığını söyledim. Kimi günler üst üste arıyor, hiç konuşmuyordu. Bir
akşam evde Sibel varken kapı çalındı. Yeni gelmiştik, kapıcı aidat istemeye
geldi sanıp kapıyı açar açmaz Gülden hızla içeriye girdi. Önüne geçmeye
çalıştım, ama burasının kendi evi olduğunu söyledi ve gidip yatağın üstüne
uzandı. Ne yapacağımı bilmiyordum, Sibel fısıltıyla sakin olmamı söyledi ve
gitti.
Evden gitmesini istedim. Kalktı, mutfağa gidip dolabı açtı. Cin şişesini
çıkardı, ama içmesine izin vermedim. Evde bir şey yapmaması için peşinde
dolaşıyor, sürekli gitmesini söylüyordum, ama oralı bile olmuyordu. Salona gidip
ikili koltuğun ortasına oturdu, sakin görünmeye çalışıyordu. Tam karşısında
durup, gitmesini yoksa çok kötü döveceğimi söyledim. "Gitmiyorum işte, ne
yaparsan yap" dedi.
Sabaha karşı, gümüş dolmakalemimin çakısıyla duvara; yalnızca meridyenlerden
ve paralellerden oluşan içi boş bir küre figürü kazımaya çalışıyordum,
meridyenlerin ve paralellerin oluşturduğu küre bir kafeste, parmaklıklara
asılmış, bitkin, çaresiz, kıstırılmış bir adam figürü.
Gülü ve diğer figürleri önceden kazımıştım.

XIV

Cevap yazmadan "Mesajlar" mönüsünü kapatıp telefonu masaya koyuyorum. Adam


bakışlarıyla sürekli beni izliyor, kısa bir an ona bakarak bir şey içip
içmeyeceğini soruyorum. Barda bir kadeh beyaz şarap içtiğini, bu kadarının
yeterli olduğunu söyleyip teşekkür ediyor. Tedirginliğimi örtmek için sandalyede
duran çantamı alıp ayaklarımın dibine bırakıyorum, ama içimdeki, adamın yaptığım
her şeyin nedenini bildiği duygusunu yenemiyorum; onda, çantamda görmesini
istemediğim bir şey olduğu düşüncesini uyandırmış olabilirim. Bu beni daha da
rahatsız ediyor.
- Böyle apansız sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm. Gülden'i iki aydır
tanıyorum. Tanımaktan öte aramızda özel bir ilişki de vardı. Sizi görünce
Gülden'in neden beni seçtiğim anladım. Birbirimize ne kadar benzediğimizi fark
ettiniz mi?
Arkalığa yaslanmaktan vazgeçip onun oturduğu gibi sandalyenin önüne doğru
dik oturarak şaşkınlıkla adama bakıyorum. Benimkine göre oldukça uzun saçları
alnındaki açıklığı örtüyor. Boylarımız aynı olmalı. Burnundaki et yüzünden sesi
yumuşak ama peşten öte boğuk ve çatallı. Çenesinin ortasında bir çukur ve
yüzünde hüzünle gölgelenmiş alaycı bir gülümseme var.
- Hayır, sadece fiziksel özelliklerden bahsetmiyorum. Okuduğumuz kitaplar,
dinlediğimiz müzik, yaşama biçimi...
- Evimi dağıtan sizsiniz sanının.
- Bunun için özür dilemem gerekiyor. Sizi tanımıyordum. Gülden'in onca yıl
birlikte yaşadığı kişiyi merak ediyordum yalnızca.
- Kimsiniz siz?
- Adım Cemal, Muğla'da savcıyım.
- Savcı da olsanız, merakınız evimi izinsiz karıştırmanızı gerektirmez
sanırım.
- Bir de, onu sizin öldürmüş olduğunuzdan emindim.
- Ne? Ne diyorsunuz siz?
-İlk başta meraktı. Dün sizi karakola götürdüklerinde, ifadenizi alıp hemen
bırakacaklardı, yani sabaha dek gözlem altında tutulmanız gerekmiyordu. Ancak
sizi tanımak istediğimden, buradaki savcı arkadaşıma sorgunuzun biraz
geciktirilmesini söyledim. Siz ifade vermeyi beklerken arabadaki çantanızda
bulduğum, şu "Gülden Kale düştü" cümlesiyle başlayan öyküyü okudum.
- Ve onu benim öldürdüğümü düşündünüz.
- Evet, akşam terastan her nasılsa düşüp ölmüş birinin düşmesiyle ilgili,
ertesi gün eski kocasının çantasında önceden yazılmış bir öykü bulursanız
şüphelenirsiniz. Ama siz öyküde Gülden'in düştüğünü değil, bir düş olduğunu
söylüyorsunuz.
- O metin öykü değil romanımın bölümlerinden biri. O bölümde, düşümde adı
Gülden Kale olan bir roman yazdığımı söylüyorum. Bu yüzden bölümün adını "Düştü"
koydum, rüyaydı yani.
- Bölümde Filiz adlı biriyle konuşuyor, polislerden filan söz ediyordunuz.
Arabanızın kilometresiyle bir gün önce yaptırdığınız bakım kartı arasındaki
kilometre farkım, evinizi kontrol edip karakola döndükten sonra, arabanızda
Garbarek dinlerken fark ettim; o gece evde değildiniz. Sizi yeniden sorguya
aldılar. Çok garip bir şekilde, tıpkı o bölümde yazdığınız gibi Kuşadası'na
gittiğinizi söylediniz.
- O bölümü o gün yazdım, polisler gelmeden biraz önce. Bir rüya görmüştüm ve
yazarak anımsamaya çalışıyordum.
- Anımsadınız mı ?
- Evet, rüyamda bir roman yazmaya çalışırken kalp krizi geçirip ölüyordum.
Kuşadası'ndan çok geç dönmüştüm, yorgundum. Sanırım gece Filiz'le birlikte
olduğumdan rüyama da girdi. Rüyamda, telefonda nasıl konuştuysak anımsadığım
kadarıyla yazmaya çalıştım.
Cebinden katlanmış bir kâğıt çıkarıp açıyor. Biranın kalanını içip masanın
ucuna, Ediz'in bardağının yanına bırakıyorum. Kâğıdı masaya bırakıp bana
dönüyor.
- Yazdığınız bölümde Filiz şöyle bir şey diyor: "Ama başka bir bölümde
polisler beni sorguya çekerken, ben bu bölümleri önceden okuduğum için sizin
Kuşadası'na, bana geldiğinizi söylüyorum." Sizin Kuşadası'na gelip gelmediğinizi
anlamadığını söylemiş.
- Evet, gerçekten rüyamda buna benzer bir şey söyledi. Sanırım, ailesinin
baskısından korktuğunu bildiğim için bilinçaltım rüyamda böyle söylemesini
istedi. Benimle birlikte olduğu halde hem böyle bir şey yokmuş gibi hem de bunu
istiyormuş gibi davranıyor. Bunu ona sormadınız mı?
- Sorduk, sizinle birlikte olduğunu kabul etti. Ona yazdığınız bölümlerden
herhangi birini vermiş miydiniz?
Soruyu yöneltirken sanki önemsiz bir şey sormuş gibi kâğıda bakıyor. Hiç
tereddütsüz "Hayır" diyorum. Bunu bildiğini onaylarcasına başım sallıyor. Kâğıdı
katlayıp cebine sokuyor.
- Bakın, size savcı olarak gelmedim. Benimle sürekli savunma halinde, açık
vermekten korkarmış gibi konuşmanızı istemem. Sizinle ortak bir acımız var, beni
dertleşebileceğiniz biri gibi görmenizi tercih ederim. Gülden'i iki aydır
tanıyorum, hayatı seviyor, yaşamaktan zevk alıyordu. Önümüzdeki hafta sonu
Bodrum'a gitmeyi planlıyorduk. Aramızda çok güzel bir ilişki vardı. Boşanıp
onunla evlenmeyi düşünüyordum. Kendisini öldürmesi için hiçbir neden yoktu.
Üstelik evde yaptığımız parmak izi aramasında birçok eldiven izine rastladık;
buzdolabı kapısında, terastaki şarap şişesinin ve kadehin üstünde, masada,
sandalyelerde, birçok yerde eldiven izi var. Onun öldürülmüş olduğuna eminim.
- Eldiven izi belli oluyor mu ?
- Tabiî, diğer izleri, izi olmayan kalın bir parmak gibi bozar. Fakat bir
saat kadar önce İstanbul’dan, intihar mektubunu yazdığı kâğıdın üzerinde ikinci
bir parmak izi bulunduğunu bildirdiler.
- İstanbul'dan mı?
- Mektubu dün uçakla İstanbul'a göndermiştim, buralarda henüz kâğıt üstünde
parmak izi arayabileceğimiz teknoloji yok.
- Kime aitmiş?
- Bilmiyoruz, size ait değil.
- Mektupta ikinci bir parmak izi olması öldürüldüğünü mü gösterir?
- Aslında göstermez, ama kime ait olduğunu bilirsek olay çözülür. Dün evi
araştırırken, benim de şimdiye dek görmediğim çoğu sayfası eksik bir defter
bulduk, şu helezonik tellerle tutturulmuş defterlerden. Mektubun yazıldığı sayfa
o defterden koparılmış, içinde anılar, duygular, şiirler, kimi kitaplardan
alıntılar var. Bazı yazıların üstüne attığı tarihler defteri en az altı yıldır
kullandığını gösteriyor. Bu defteri hiç gördünüz mü?
- Mavi kapaklı mı?
- Evet.
- Gördüm, ama Gülden gördüğümü bilmiyor. Üç dört yıl kadar önce elbise
dolabında bir şey arıyordum. Çamaşırlarının bulunduğu çekmecenin altına
gizlemişti, insan uzun yıllar birlikte yaşadığı birinin kendisinden sakladığı
bir defterle karşılaşınca bocalıyor, ama yine de izni olmadığı için deftere
dokunmadım ve ne yazdığını okumadım, ne defteri bulduğumda ne de daha sonra.
- Buna inanmıyorum.
- Size okumadım diyorum.
- Düşünsenize, orada çok özel düşünceleri vardı. Belki de sizin hakkınızda,
ilişkiniz hakkında neler düşündüğü yazılıydı. Bunları bilmek istemez miydiniz?
- Bir kadının ya da başkalarının diyelim, gerçekten ne düşündüğünü, ne
istediğini merak etmekten çok önceleri vazgeçtim. Siz defteri okudunuz mu?
- Evet.
- Çok özel olmazsa bir şey soracağım; defteri okuduktan sonra, o yaşıyor
olsaydı halen onunla evlenmeyi ya da ilişkinizi sürdürmeyi düşünür müydünüz?
Durup önüne bakıyor. Guldenle birliktelik olasılığı kalmadığından deftere
hiç bu gözle bakmamıştı. Bu soruya "Hayır" diyecek. Çünkü şimdi Gülden'in onu,
doğru ya da yanlış bana benzediği için seçtiğini düşünüyor. Kendisindeki
zayıflıkların, sürekli yenilediği sonu gelmez isteklerin, gizlediği sırların ve
yeni bir seçim yapana dek, hatta yaptıktan sonra bile öncekine "Bir tanemsin"
deme özgürlüğünün herkeste olduğu gibi Gülden'de de var olduğunu biliyor.
- Evet, düşünürdüm. O defterde geçmişte yaşadıkları var. Size güçlü bir
aşkla bağlı olduğunu, ama bunun karşılığını göremediğini yazmış. Bu yüzden başka
aşklar aramış. Bana anlatmıştı zaten, ilişkiler bir insanı geçmişiyle
kabullenmeyi gerektirir.
- Katılıyorum.
- Gülden'in son iki ay neler yaşadığını biliyorum, çünkü hep hayatının
içindeydim. Ama bilmediğim başka şeyler var sanırım. Sizinle bu yüzden konuşmaya
karar verdim. Belki bildiğiniz bir ayrıntı ikinci parmak izinin kime ait
olduğunu bulmamıza yardımcı olur.
- Ben bir kadını çözmenin ya da anlamanın söylediğiniz kadar kolay olmadığı
kanısındayım. Erkek avlanıp eve yiyecek getirmeye çalışırken, kadın gizli işler
çevirir ve düş kurar. O fantezinin anasıdır; kendisini isteğin ve imgelemin
sonsuzluğuna uçurabilen kanatları vardır onun...
- Kitabınızdan değil mi bu?
- Bana ait değil, alıntı yaptım. Aklıma bir de şu dizeler geliyor:
"Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması." Bildiğim sadece iki kişi var,
İstanbul’da yaşıyorlar. Beni bırakıp onlara gitmişti, bu yüzden ayrılmıştık.
- Biliyorum, bana anlattı. Fatih Kaftan ve Hasan İnegöllü; her ikisini de
soruşturduk. Tanıkları var, İstanbul’dan ayrılmamışlar. Parmak izlerini kontrol
ettik, mektuptaki diğer parmak izi onlara ait değil.
- Fatih'le ilişkisini rastlantıyla ortaya çıkarmasaydım, hiçbir şey olmamış
gibi benimle yaşamaya devam edecekti. Daha önce de haberim olmayan başka şeyler
yaşamış olabilir, nereden bilebilirim ki?
- Aklınıza takılan bir ayrıntı bile olsa işime yarayabilir.
- Gerçekten yok. Evliyken, ondan şüpheleniyormuşum gibi, bugün ne yaptın,
nereye gittin, paranı nereye harcadın gibi sorular sormadım hiç, bana
yakışmazdı. Bana değil ilişkimize yakışmazdı. O istediği kadarını anlatırdı
bana. Ben de her şeyi anlattığını düşünür, zaten iş ile ev arasında bir
kısırdöngü olan hayatımı anlatırdım, her şeyimi bilirdi.
- Her şeyimi?
- Evet, onu hiç aldatmadım. Kuşkusuz zaman zaman başka kadınları istedim,
ama evliliğim süresince hiç yapmadım. Masanızda unutulan cüzdan gibi; aklınızdan
kısa bir an cüzdanı alıp cebinize atmak geçer, ama yine de sahibine iade
edersiniz. Bu tür duyguları söyleme gereği duymadım, bunları söylemek
karşınızdakini incitir.
Fikret masaya gelip bir şey isteyip istemediğimizi soruyor. Cemal'e
bakıyorum, "Hayır, fazla kalmayacağım zaten" diyor, ben de istemiyorum. Boş bira
bardaklarını ve yan masadaki tabakları alıp gidiyor.
- Gülden anlatmıştı, ama bu kadar ilgisiz olduğunuzu tahmin etmiyordum.
- Bu ilgisizlik değil, anlamıyor musunuz ? Mavi defterini okumamı isteseydi,
okur ve acılarını paylaşırdım. Ondan gizli okumanın bir anlamı yoktu ki,
okumamı, paylaşmamı o istemeliydi. Onun hayatına, o ne kadar istediyse o kadar
girdim. Fazlası ona saygısızlık olurdu. Her şeyimi biliyordu, ama hep benden bir
şeyler gizlemeyi tercih etti. Kendisi gizlediği için benim de gizlediğimi sandı.
- Öfkelisiniz.
- Öfke değil, ayrılmanın sorumlusu olmak canımı sıkıyor. Bunu siz
yaşamadınız, ben yaşadım. Hatta şu anda evde sizi bekleyen eşiniz yaşıyor. O da
size karşı ilgisiz mi ? Bunca yıldan sonra neden Gülden'i tercih ettiniz ?
- Bu beni ilgilendirir.
- Özür dilerim, bir an sizi dertleşebileceğim biri sandım.
- Öfkelisiniz. Gözlerinizdeki hiddeti görebiliyorum. Bu kadar yıl ona bağlı
ve sadık yaşadıktan sonra aldatılmış olmak size epeyce koymuştur. Kendinizi
enayi yerine konmuş gibi hissetmiş olmalısınız.
- Siz böyle konuşunca, gerçekten enayi yerine konuluyormuş gibi
hissediyorum. Üzerinizde teyp ya da alıcı da vardır sizin. Muhtemelen onu
öldürdüğümü itiraf edince beni hemen tutuklatacaksınız.
- Gülmeyin,- demin eşimden bahsedince kendimi sizin yerinize koydum, "Ben
olsam ne yapardım?" diye düşündüm. Sorunuzu bu yüzden geçiştirdim. Öfkeli
olmanız doğal, Gülden ayrıldıktan sonra onu çok kötü dövdüğünüzü anlatmıştı
bana. Gerçi siz "Dövmedim" diye ifade vermişsiniz ama...
- Bunun öfkeyle ilgisi yok ki, kendimi ve evimi savunmaya çalışıyordum.
İstemediğiniz biri evinize zorla girse ne yaparsınız? Gitmesi için yalvardım,
ama gitmedi. Zorla çıkarmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Tek isteğim
hayatımdan bir an önce çıkıp gitmesiydi, ama ölümüyle bile başımı ağrıtıyor.
Ediz geliyor. Masanın kenarında durup "Özel mi ?" diye soruyor. Cemal'e
bakıyorum.
- Hayır, lütfen oturun. Ben de gitsem iyi olur, iki gündür uykusuzum. Âdem
Bey, sanırım anımsadığınız başka bir ayrıntı yok.
- Ne biliyorsam siz de biliyorsunuz zaten. Dediğim gibi; bir kadının ne
düşündüğünün, ne istediğinin bilinebilirliği konusunda oldukça kötümserim. Ne
bileyim, bir kadın söz konusu olduğunda fark etmediğiniz ayrıntı kimi zaman en
yakın arkadaşınız bile olabilir.
Bir an göz ucuyla Ediz'e bakıp yine bana dönüyor. Ediz sandalyenin arkasına
astığı çantasından sigarasını ve cep telefonunu çıkarmakla meşgul.
- Cemal Bey, yaşadıklarımla ilgili bir şeyler yazdığımı biliyorsunuz.
Bilmiyorum uygun olur mu ama Gülden'in evini görmek istiyorum. Sizde anahtarının
olabileceğini düşündüm.
- Ne zaman gideceksiniz?
- Yarın erkenden giderim.
- Dün ailesi eşyalarını götürmek isteyince engel olmuş, kapıyı
mühürletmiştim. Bir arkadaşa haber vereyim de sabah sizi beklesin, evden
çıktığınızda tekrar mühürlenirse daha rahat olacağım. Evde parmak izi araması
yaptırdım, ama siz yine de sağa sola dokunmayın. Bu apartman kapısının,
çıktıktan sonra ikisini de sizi bekleyen arkadaşa verirsiniz. Adresi biliyor
musunuz ?
- Biliyorum.
- Nereden biliyorsunuz?
Cebimden anahtarlığımı çıkarıp anahtarlardan birini ayırıyorum. Ediz hiç
konuşmadan bizi dinliyor.
- Ayrıldıktan sonra, kapıma birkaç mektup bırakmıştı. Şu dayak olayından
sonra evi değiştirmiştim, ama beni yine de buldu. Postaya vermediği halde
zarflara hem benim adresimi, hem kendi adresini yazmış.
- Ne yazmış ki size?
- Ne yazdığını doğru dürüst okumadım bile, tekrar benimle olabilmek için
duygu sömürüsü yapıyor gibi gelmişti bana. Bu kitap fikri ortaya çıkınca onları
da kullanmayı düşündüm. İşyerimde kimi zaman kitapla ilgilenme imkânım oluyor;
karaladığım kimi bölümleri bilgisayara girip diskete yüklüyorum. Geçen hafta
hepsini çantama koyup işyerime götürmüştüm, ama henüz yazamadım. Belki işinize
yarayacak bir ayrıntı bulursunuz.
- Ne zaman alabilirim ?
- Bu çekmecemin anahtarı, sabah dokuzdan sonra işyeri açık olur. Sekretere
haber verip size yardımcı olmasını söylerim. Mektuplara el koymayı
düşünüyorsanız, sekreterin birer fotokopi çekmesine izin verin lütfen.
Anahtarı alıp teşekkür ederek kalkıyor. İkimizle de el sıkışıyor. Bir iki
adım attıktan sonra bana dönüp, "Gelen arkadaş size mavi defterin bir
fotokopisini getirecek, romanınız için" diyor. Gülümseyerek teşekkür ediyorum.
Gidiyor.
Telefonumu alıp "MERHABA" mesajını açıyorum. "Cevap" tuşuna basıp "ASAGILIK
YARATIK" yazıyorum. "Gönder" tuşuna basarken Ediz adamın kim olduğunu soruyor.
- Gülden'in son sevgilisiymiş.
- Niye gelmiş ?
- Adam Muğla'da savcıymış.
Gruptaki kız geriye dönüp çantasından telefonunu çıkarıyor. Mesajı okuduktan
sonra dönüp şaşkınlıkla bana bakıyor.
- Olayı neden bu kadar sıkı tuttukları şimdi anlaşılıyor. Gözlerimi kızdan
ayırmadan, "Hadi gidelim" diyorum, "yazmam gereken bir bölüm var." Çantalarımızı
alıp kalkıyoruz. Hesabı kasaya ödüyorum. Arabaya binene dek konuşmuyoruz.
Hareket etmeden önce radyoyu açıyorum, ama park yerinden çıkarken Ediz Aretha
Franklin'in sesini epeyce kısıyor.
- Senin için arabaya portiş veya radyo kafa alacağım.
- Cardigans al, benim gözde grubum. Adamın neden seni görmeye geldiğini
söylemedin.
- Ne bileyim ya, iki aydır Gülden'le birlikteymiş, ölmeseymiş boşanıp onunla
evlenecekmiş falan filan. Ölümünün intihar değil cinayet olduğunu düşünüyor,
"Kendisini öldürmesi için bir neden yoktu" diyor. Benim, Gülden hakkında onun
bildiklerinden başka bir şey bilip bilmediğimi öğrenmek için gelmiş. .
- Ne söyledin?
- Ben ne biliyorsam o da biliyor zaten, Gülden anlatmış.
- Yine de merak ediyor değil mi, kaybedilen biri için bile her şeyi bilme
dürtümüz var. Gülden gittiğinde sende de var mıydı, her şeyi bilmek istiyor
muydun?
- Benimkine daha çok "Paranoid Android" denilebilir.
Gülümsüyor, "Paranoid Android" Ediz'in Çatalçeşme'de yayımladığı öykülerden
biriydi. Öykünün başında ana karakter, kimseyi sevmeyen, merak etmeyen, dost ya
da sevgili aramayan, sevinmeyen, üzülmeyen, acı çekmeyen biri gibi görünüyordu;
başkalarının işine karışmayan, onlar hakkında yorumu olmayan biri gibi. Oturduğu
apartmanın yöneticisiydi ve kurallara sıkı sıkı bağlıydı. Öykü ilerledikçe
adamın aslında hastalık derecesinde başka yaşamları merak ettiğini öğreniyorduk.
Apartmana bağlı telefon hattına paralel çekip başkalarının telefon konuşmalarını
dinliyordu. Sabahları kimseye görünmeden gelen mektupları toplayıp zarflarını
özenle açtıktan sonra hepsini okuyor, aynı özenle zarfları kapatıp ertesi sabah
posta kutusuna koyuyordu. Dinlediği bir telefonda kötü bir haber duyarsa
üzülüyor, okuduğu bir mektuptaki iyi habere, kendisiyle ilgisi olmadığı halde
seviniyordu. Kimseye belli etmeden apartmandaki herkesin neler yaşadığım
biliyor, acılarına, sevinçlerine ortak oluyordu. O apartmandakileri bu kadar çok
sevdiği halde, yaptıkları ortaya çıkınca hepsi şikâyetçi oluyor ve adamı içeri
attırıyorlardı. Öykünün sonunda adam yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden intihar
ediyordu; komşularını çok sevmesine rağmen onların kendisinden nefret etmelerine
dayanamamıştı. Öykü Ediz'in aklına, büyük bir yayınevi tarafından kabul edilen,
ama bir türlü basım ve dağıtım tarihi net olarak verilmeyen şiir kitabını
getiriyor.
- Kitabım çıktığında kesinlikle imza günü, röportaj, söyleşi filan
yapmayacağım. Salak salak konuşmak istemiyorum.
- Haber var mı ?
- Hafta içinde yayın koordinatörüyle konuştum. Yakında kitabın örnek
bilgisayar çıktısını bana yollayacaklar ve onay isteyeceklermiş. Sonra da
baskıya geçecekler herhalde. Çok uzadı bu iş.
- Ama zaman daha kolay geçiyor olmalı.
- Bana Borges ayağı yapma.
- Sen de bana kitabın yayımlanmasının seni hiç heyecanlandırmadığı ayağım
yapma, seni paranoid android seni.
- Ben sen gibi yaşadıklarımı yazmıyorum oğlum, benim yazdıklarım bütünüyle
kurmaca. Bence yaşadıklarını yazmak küçültücü bir şey.
- Ya da yaşadıklarını yazdığında anlaşılması küçültücü değil mi?
- Nasıl?
- Başka türlüsünün mümkün olmadığını görmüyor musun? Bu yüzden şiir işine
geliyor, çektiğin acıların üstünü kapatıyorsun ve kimse anlamıyor. Oysa
yaşadıklarını yazıyorsun. Bence Çatalçeşme'de yayımladığın öyküler kurmaca falan
değil, seninle birebir ilişkili metinler. Bana maval okuma.
Yola dikkat ederek göz ucuyla ona bakıyorum, beklediğimin aksine somurtuyor.
"Salak salak konuşmak istemiyorum" derken, kitabımla ilgili dernekte yaptığım
söyleşiden söz ettiğinin farkındayım. Ona, kitabının yayımlanmasından sonra,
eğer olursa yeni kitabı çıkana kadar zamanın geçmesini kolaylaştırıcı başka
şeyler arayacağını söylüyorum. Şimdi yapmayacağım söylediği söyleşi, röportaj,
her ne karın ağrısıysa hepsini yapacağını, hatta yapmak için fırsat
kollayacağını iddia ediyorum. Daha da sinirleniyor, bu salak laflan neden
söylediğimi bildiğini, edebiyatın, amacı para olan diğer sektörlerden farkı
olmadığım, bu yüzden kitabı yayımlandığında ağzını bile açmayacağım söylüyor.
Ben de, bütün bunların oyun olduğunu, bu boktan hayatı sürdürmek için Sisyphos
gibi yuvarlayacak bir taşımız olması gerektiğini, söylüyorum, "Taşlardan birini
alıp oynayacağız ya da intihar edeceğiz. Kitaplar, intihar edene dek oyalanacak
taşların en onurlusu hiç olmazsa. Zaten bundan sonra konuşmayacağım,
yazdıklarımdan başka söyleyecek bir şeyim yok" diyorum. Ondan, "Hâlâ boktan
laflar etmeyi sürdürüyorsun" demesini bekliyorum, ama yakında mavi kapağında
kara bir tren bulunan kitabının yayımlanacağı hâlâ aklında sanırım.
Arabayı apartmanın arkasına park ederken, kapıcı her zamanki gibi
penceresinden giren far ışığının kime ait olduğunu merak edip balkona çıkıyor.
Ona iyi akşamlar dileyip apartman kapısına doğru ilerliyoruz. Bugün karakola,
ifade vermeye gittiğinde parmak izini alıp almadıklarını soruyorum. "Hayır"
diyor. Ben asansörün kapısını açarken o merdivene yöneliyor, her zamanki gibi
yürüyerek çıkacak.
Girip üstümü çıkarmadan bilgisayarı açıyorum. Tunçboyacıyan'ın "Virgin
Land"ini koyup seti CD'yi sürekli çalacak biçimde ayarlıyorum. Gece yağmur
yağmamasını dileyerek -pek yağacak gibi görünmüyor- pencereleri açıp tülleri
çekiyorum. Bilgisayara girmeyi düşündüğüm dosyalar masanın üstünde duruyor.
Ekranda, yazdığım kimi bölümlerin kısayol simgeleri görünüyor. Birkaçını
tıklayıp açıyorum. Her okuyuşumda düzeltilecek kimi cümleler, değiştirilecek
sözcükler buluyorum mutlaka. Kısa bir süre sonra birdenbire kalkıp üzerinde
"Kopyalar" yazılı dosyayı çantama koyuyorum, her şeyi olduğu gibi bırakıp evden
çıkıyorum.
Karayoluna çıkan kavşakta durup bir sigara yakıyorum. Radyo açık, Sting'in
"Fragile"ı canımı acıtıyor, inatla kapatmıyorum. Motoru durdurup sigara bitene
dek kavşakta bekliyor, sonra İzmir asfaltına çıkıyorum. Arabanın camlarını açıp
epeyce hızlanıyorum, yüzüme çarpan rüzgâr soluk almamı kolaylaştırıyor.
Sarayköy'e yaklaşırken, yola çıktığımda yanıp sönen benzin göstergesinin kırmızı
ışığı sürekli yanmaya başlayınca ilk benzinlikte durup depoyu doldurtuyorum.
Kredi kartımı beklerken arabanın göğüslüğündeki dijital saate bakıyorum; 21.55.
Görevli kartımı getiriyor, çok kısa sürede arabamı yıkayabileceklerini, bu arada
çay ya da kahve içebileceğimi söylüyor. Teşekkür edip kâğıdı imzalıyorum.
Benzinlikten çıkıp geldiğim yola geri dönüyorum.
Çok değil, iki buçuk saat sonra, Muğla'nın Deniz Mahallesi'nde, Elma
Sokağı'nın girişindeki yedi katlı apartmanın en üst katında, Gülden'in evinin
kapısındayım. Merdiven ışıklarını açmıyorum; asansörün kapısı açıkken, bu
karanlık koridorun sonundaki tek kapıyı görmüştüm zaten.

XV

Requiem

sönmüş yıldızlara

1. Largo assai

Sandalyede oturuyorum.
Ellerim masanın üstünde, parmaklarım birbirine geçmiş. Bacaklarım masanın
altına doğru yan yana uzanıp görünmez olmuşlar. Masada yalnızca boş bir kâğıt,
ucu açılmamış bir kurşunkalem var; biraz önce müzik setini, masa lambasını,
bilgisayarı, klavyeyi, fareyi, kasetleri, CD'leri, sigara paketlerini,
çakmakları, küllükleri, üstünde notlar ve kimi bölümler yazılı küçüklü büyüklü
kâğıtları, kalemleri, dosyalan, kitapları, ansiklopedi ciltlerini, telefonu,
şarap kadehim ve üst haznesi boş kum saatini masanın yanındaki pencereden attım.

Sandalyede oturuyorum.
Pencereden sokak görünüyor. Sokağı biçimleyen evler görünüyor, bahçe
duvarları, ağaçlar, insanlar, arabalar görünüyor; kıpırtısız, bir resmin içinde
gibi öylece duruyorlar. Biraz beklersem, şu görüntüyü çevreleyen pencerenin
dışındaki güneş görünecek, biraz daha beklesem ay ve yıldızlar görünecek. Ayağa
kalkıp bak-sam, biliyorum ki biraz önce attığım masadaki bütün fazlalıklar
görünecekler.

Sandalyede oturuyorum.
Pencereyi ikiye bölen telde bir kuş var, oyun parkının köşesindeki çöp
tenekelerini karıştıran kediye bakıyor. Kedinin gözleri ağacın gölgesine uzanmış
köpekte. Köpek tahterevallide tek başına oturan çocuğa bakıyor. Çocuk,
kıpırtısız bankta oturan kadına, kadın o anda göremediğim bir adama bakıyor.

Sandalyede oturuyorum.
Pencereye gideceğim anda aklıma sen geliyorsun.

2. Lento con spirito

Falezde oturuyorum, karşımda sen oturuyorsun. Su bitimsiz görünüyor;


uzaklarda uslu ve dingin görünse de sanki burada soluk alıyormuş gibi kabarıyor,
alçalıp yükseliyor. Her yükselişinde tüm hırçınlığıyla oturduğumuz taşa
çarpıyor, dağılıyor, yenilmiş gibi geri çekiliyor, sonra kabarıp yeniden
saldırıyor. Her saldırışında taştan bir zerre koparıp yeniden saldırmak üzere
geri çekiliyor. Su taşı bitiriyor.

Falezde oturuyorum, karşımda sen oturuyorsun. Güneş hiç sönmeyecekmiş gibi


parlıyor; su taşın yüzünü her ıslatıp geri çekildiğinde, kabarıp yeniden
saldırana dek taşı kurutuyor, taşın yüzünden suyu çekip alıyor. Uzaklarda,
denizin gökle birleştiği çizgide su dalga dalga buharlaşıp güneşe yükseliyor.
Güneş suyu bitiriyor.

Falezde oturuyorum, karşımda sen oturuyorsun. Zaman hiç geçmeyecekmiş gibi


sürüyor; güneşin ve her şeyin etrafında inatçı ve sabırlı. Güneş her
patlayışında biraz daha eksilerek çevresinde sonsuz bir karanlık gibi duran
zamanı ısıtıyor; ta ki sönmüş bir yıldız olana dek bunu sürdürecek. Zaman güneşi
bitiriyor.

Falezde oturuyorum, karşımda sen oturuyorsun. Aşk aramızda hiç bitmeyecekmiş


gibi duruyor; günü, ayı ve zamanı anımsamıyoruz, dudakların, gözlerin ve ellerin
bende; bende oldukça da anımsamayacağız. Aşk zamanı bitiriyor.

Falezde oturuyorum, karşımda sen oturuyorsun. Söz bunları yazdığım kâğıda


hiç silinmeyecekmiş gibi yazılıyor;

Her şey biter.


Su taşı bitirir,
güneş suyu.
Zaman güneşi bitirir,
aşk zamanı.
Söz aşkı bitirir,
ben sözü.

3. Andante

Yatakta oturuyorum, yanımda sen oturuyorsun.


Sen yokken masamda yirmi dokuz harf vardı ve senin için dışarıda bol
yıldızlı bir gökyüzü.
Bana vereceğin sonsuzluğu istemiyorum; bu oyun sandığından da kısa.
Söz bitti, artık gitmelisin.

Finale: Lento non spirito

Sandalyede oturuyorum.
Oradalar; masamdaki kalem ve kâğıt, penceremdeki sokak, sokağımdaki evler,
arabalar, insanlar ve ağaçlar hep orada olmak zorundalar. Teldeki kuş, kuştaki
kedi, kedideki köpek orada. Çocuktaki oyun, oyundaki kadın, kadındaki adam,
adamdaki hüzün orada. Bir resmin içinde gibi kıpırtısız farkına varmamı
bekliyorlar; - Biz burada olmak zorundayız, bu değiştirilemez.

Sandalyede oturuyorum.
Güneşin ve ayın altında, ışığın ve karanlığın içinde, hep orada durmak
zorunda olan, değiştirilemez ve karşı koyulamaz biçimde var olmak zorunda olan
her şey gibi çaresiz buradayım. Gördüğüm her şey yok sayamayacağım ve
katlanamayacağını birer fazlalık.
Pencereye gidiyorum.

XVI

Duvara dayalı plastik sandalyelerden birine oturuyorum. Mektubunda, geceleri


oturup şarap içtiğini söylediği teras burası demek. Başka bir teras hayal
etmiştim oysa; sarmaşıkla örtülü, üstüne otantik kilimler serili kerevetlere
oturulan, hasır minderlere dayanılan bir teras düşünmüştüm, belki de o böyle
sevdiği için.
Çantamdan teksir kâğıdı ve kurşunkalem çıkarıyorum. Kâğıdın altına, destek
olması için "Kopyalar" dosyasını koyuyorum. Bacak bacak üstüne atıp yan
dönüyorum, kucağımdaki dosyanın üstünde duran kâğıt, salon lambasının terasa
bakan penceresinden sızan ışıkla aydınlanıyor.

"Antrenin sol tarafında, askılarından birine deniz mavisi yağmurluk asılmış


plastik bir askılık var, kapı açıldığında arkada kaldığından görünmüyor. Sağ
tarafta, raflarında birkaç çift terlik ve ayakkabı bulunan plastik, üç katlı, şu
modülleri birbirine eklenerek kullanılan ayakkabılıklardan var. Antrenin tam
ortasında, ağzı bağlanmış ama henüz atılmaya fırsat bulunamamış, siyah, naylon
bir çöp torbası duruyor.
Karşıdaki kapı, içinde tek kişilik bir yatak ve iki kapılı bir dolap bulunan
küçük bir odaya açılıyor. Yatağın yanında dört çekmeceli, üstünde kitaplar,
duvara dayalı büyükçe bir ayna ve mavi bir abajur olan yüksekçe bir komodin var.
Alttaki çekmecelerine havlular, çamaşırlar, çoraplar konulmuş. En üsttekinde
makyaj ve bakını malzemeleri var, bir de hiç yanmamış ama sıcaktan eğritmiş bir
mum; karanlıktan ve yalnızlıktan korkan kadınlar için. Yerde, çıkarılıp öylesine
atılmış askılı bir bluz ve beyaz bir kadın külotu duruyor. Yatağın nevresimleri
ve pike, belki de pazar mahmurluğuyla düzeltilmemiş.
Antre, yatak odasının kapısının yanında kısa ve dar bir koridora dönüşüp
salona açılıyor. Koridorun sonundaki iki kapının sağda olanından mutfağa
giriliyor. Lavaboda bulaşık birkaç tabak, yıkanmamış bardaklar ve fincanlar
duruyor. Kapının yanındaki orta boy buzdolabında, metal bir tabak içinde yarısı
yenmiş patlıcanlı bir yemek, aynı tabağa konulmuş küçük bir dilim tulumpeyniri
ve birkaç siyah zeytin, poşet içinde bir bağ maydanoz, kesilip üstü naylonla
örtülmüş üç çeyrek dilim karpuz, kapı rafında su dolu pet şişeler ve yarım şişe
şarap var.
Soldaki kapı banyonun. Girişteki lavabonun altında ağzı kapalı plastik bir
çamaşır sepeti, lavabonun diğer tarafında kapalı bir klozet, klozetin
karşısında, altında büyük, plastik bir leğen bulunan elektrikli duş aparatı var;
aparatın hemen yanına, duvara monte edilmiş, üstünde şampuan, sabun ve yıkanma
bezi bulunan plastik iki raf var. Kapının üst kasasına çakılmış kalın çiviye
bağlı naylon ip karşı duvardaki çiviye uzanıyor.
Salona açılan kapı, hemen yanında, yer yer güneşten çatlamış plastik bir
masanın durduğu teras kapısına bakıyor. İki kapının böldüğü salonun bir tarafına
iki çekyat konulmuş. Koridor tarafındaki boş duvara dayalı sehpanın üstünde
küçük ekranlı bir televizyon var. Kapının yanında, birinin arkalığına havlu
serilmiş, oturağı yapay deriyle kaplanmış iki sandalye yan yana duruyor. Diğer
taraf, kullanılmış eşyalar satan bir dükkândan alınmışa benzeyen İskandinav
tipte koltuk takımıyla döşenmiş. İki tekli koltuğun arasında, üstünde kedi ve
kuş bibloları duran, bir de uzun bir cam vazo içinde plastikten yapılmış sahte
bir gül bulunan hasır bir kitaplık var."

Teksir kâğıdını çantaya, dosyayı yandaki sandalyenin üstüne koyuyorum. Bir


sigara yakıp telefonu açıyorum. Cebime koymaya kalmadan ötüyor, mesaj sesi bu.
Açıp tek sözcüklük mesajı okuyorum: "REQUIEM... S. Pika." On birde göndermiş,
neredeyse üç saat oluyor. "Ara" tuşuna basıyorum. Sibel'i beklerken telefonun
diğer ucunda bir erkek sesi neredeyse gürlüyor.
- Alo.
- Pardon, Sibel'le görüşecektim.
- Kimsin?
- Arkadaşıyım, adım Âdem. Bana bir mesaj göndermiş de, merak...
Telefonu ağzından uzaklaştırıyor, "Adı Âdem'miş, arkadaşın olduğunu
söylüyor" dediğini belli belirsiz duyuyorum. Sibel'in sesi durgun ve yavaş
geliyor.
- Merhaba.
- Merhaba, telefonu açan kimdi?
- Babam... Hastanedeyiz. Midemi yıkadılar.
- Ne oldu?
- Bir kutu antidepresan yuttum, ama yine de iyi gelmedi.
- Delirdin mi? Neden yaptın?
- Hep orada olmak zorunda oldukları için...
- Nedenin bu mu? Yazdığım boktan bir metin yüzünden ha?
- Evet.
- Gerçekten tek nedenin bu mu?
-Yetmez mi?
- Yetmez. Ben bir anlam bulamadıysam bu senin de bulamayacağın anlamına
gelmez. Daha yirmi yaşındasın. Üstelik birini seviyorsun, o da seni seviyor. Bu
yaşamak için yeterli değil mi? Önünde güzel bir hayat var.
- Evde misin?
- Hayır, Kuşadası'ndayım. Yolda cebi kapatmıştım, daha yeni açtım. Beni çok
korkuttun. Bir de telefonu başkası açınca...
- Korktun mu gerçekten?
- Korktum tabiî. Bir daha böyle şeyler yapma. İzleyeceğin daha çok film var.
Düşünsene, daha ne albümler çıkacak, ne kitaplar basılacak. Sen iyi bir okursun.
- Dönünce beni arar mısın?
- Ararım. Babam İzmir'e gitmiş, dönünceye kadar annemle kalacağım.
- Biliyor musun, annem tesadüfen odama girip başucumdaki ilaç kutusunu
görmeseydi şu anda yoktum.
- Sadece bana mı mesaj gönderdin?
- İyiyim ben, arkadaşımla konuşuyorum.
- Efendim?
- Doktor geldi de, ikaz ediyor kendini yorma diye.
- Hadi kapatalım, dinlen biraz.
- İyiyim dediğime bakma zaten, başım dönüyor. Zor konuşuyorum.
- Umarım çabuk iyi olursun.
- Sonra görüşürüz. Hoşça kal.
- Hoşça kal.
Dosyayı alıp içindeki tek tek numaralanmış kâğıtlara bakıyorum. Bir
tanesini, Cemal'in önceden okuduğu ama yarın sabah dosyanın içinde göremeyeceği
tek sayfanın fotokopisini ışığa doğru kaldırıp okuyorum. Epeyce geç kaldım. Can
sıkıcı yeni konuşmalar yapmamak için telefonu kapatıp dosyayla birlikte çantama
koyuyor ve içeri giriyorum. Salonun ışığını kapatıp çantamın askısını çapraz
biçimde boynuma geçiriyorum. Yapacak bir işim daha var, sonra gitmek için hazır
sayılırım.

Yol boyunca midem kazındığından eve girer girmez dolaptaki hazır keki yemeyi
düşünüyorum. Kapıyı açarken zile yapıştırılmış sarı not kâğıdı dikkatimi
çekiyor. "Gelir gelmez beni ara, evdeyim. Rezzan." Saat beşe geliyor, bu kız
nöbetçi değil miydi bu gece? Kâğıdı alıyorum. Kapıyı kapatıp bir üst kata
çıkıyorum. Zili çaldığım anda merdiven ışıkları sönüyor, karanlıkta bekliyorum.
Kısık bir ses "Kim o ?" diye soruyor. "Benim, Âdem" diyorum. Koridor açılan
kapıyla birlikte aydınlanıyor, Rezzan hıçkırarak bana sarılıyor.
- Âdem... Âdem.
- Rezzan, sakin ol. Ne oldu?
- Âdem... Ediz'i götürdüler.
- Kimler götürdü ?
- Polisler... Mahvoldum ben.
Yandaki daireden sesler geliyor. Rezzan'ın kolunu tutup içeri sokuyorum.
Kapıyı kapatıp koltuğa oturmasını söylüyorum. Oturuyor, elleriyle yüzünü tutup
sarsıla sarsıla ağlıyor. Yanındaki koltuğa oturup iki sigara yakıyorum. Birini
ona veriyorum, alıyor ama sürekli ağladığından içmeden elinde tutuyor.
- Rezzan, ne olduğunu anlatır mısın?
- Âdem... Gülden'i Ediz öldürmüş.
- Ne diyorsun sen ya? Nasıl öldürmüş?
- Neden öldürdüğünü bilmiyorum. Karakola gittim, ama görüştürmediler.
Ediz'in Gülden'le ilişkisi varmış.
- Manyaklaşma, Ediz'in Gülden'le ne ilişkisi olabilir?
- Polislerle konuştum. Gülden bir mektup bırakıp kendini balkondan atmış...
- Balkondan değil terastan atmış. Benim de ifademi aldılar, dün bütün gece
nezarette kaldım.
- Ya anlamıyorsun. Gülden kendini atmamış, Ediz öldürüp atmış onu. Mektubun
üstünde Ediz'in parmak izi varmış.
Karnım aç, sigara midemi bulandırıyor, söndürüp koltuğa yaslanıyorum. Rezzan
daha iyi gibi görünüyor. Başımı geriye atıp ellerimle gözlerimi kapatıyorum.
- İnanamıyorum ya, böyle şey olur mu ? Bu işte bir yanlışlık var.
- Hep şüpheleniyordum zaten. Ne zaman nöbetçi olsam telefonları kapatıyordu.
Önceleri sana özeniyor sanıyordum, yazarken rahatsız olmamak için kapattığını
söylüyordu. Allah kahretsin, mahvoldum ben. Filiz dönünce izne ayrılacaktım,
birlikte tatile gidecektik.
- Bu işte bir yanlışlık var. Bak görürsün her şey düzelecek.
- Çocuk mu kandırıyorsun Âdem, nasıl düzelecek? Allah kahretsin. Durumun
ciddiyetini anlamıyor musun? Ediz gece saat ikide telefon etti. Eve polislerin
geldiğini, ifade vermek için karakola gideceğini söyledi. Şüphelendim, hastaneye
giderken kitabevine uğradığımda karakola gidip ifade verdiğini söylemişti.
Gülden'in öldüğünü o zaman öğrendim. Hatta sen o sırada dernekteymişsin, çıkıp
seninle konuşacaktım ama Ediz, "Yanında biri var, sonra konuşursun" dedi.
Gecenin ikisinde polislerin geldiğini söyleyince merak ettim, döner dönmez bana
haber vermesini söyledim. Aramayınca izin alıp hastaneye gittim.
- Karakola mı?
- Aman işte, karakola gittim. Sorguda diye görüştürmediler. Polislerden
birine sordum, bilmediğini söyledi. Sonunda yetkili birini buldum, o anlattı.
Basit bir ifade verme değil bu Âdem, Ediz'i bırakmayacaklar.
- Merak etme, yarın her şey düzelir. Bir karışıklık olduğuna eminim. Ediz
mektuba nasıl dokunmuş olabileceğini anımsayacaktır, biraz geç olabilir ama
mutlaka anımsayacaktır.
Zil çalıyor. Rezzan zil sesiyle heyecanlanıp sözlerime teselliden öte bir
anlam yüklemeden kapıya giderken, ailesine haber verdiğini, onların gelmiş
olabileceğim söylüyor. Ayağa kalkıyorum. Kapıda orta yaşlı bir çiftle, genç bir
erkek var. Rezzan tekrar yüksek sesle ağlamaya başlayıp kadına sarılıyor, kadın
da ağlıyor. Adam azarlayıcı bir tonla, susmalarını ve kapının önünden çekilip
içeri girmelerini söylüyor. Rezzan beni gösterip, Ediz'in arkadaşı olduğumu,
onlar gelene kadar kendisine yoldaş olduğumu söylüyor. Adam Ediz'in arkadaşına
hınçla bakıyor. Rezzan'a, bana ihtiyaçları olursa evde olduğumu söylüyorum,
teşekkür ediyor. Eve gidiyorum.
Keki dolaptan çıkarıp masaya koyuyorum. Çok yorgunum, yedikten sonra yatsam
iyi olacak. Sanırım notları çantamda duran "Gülden Kale Düştü"yü yazmak için
daha vaktim var.

XVII

1999

Seni seviyorum, bu değişmedi hiç. Sadece bayağı ve bencil davrandım. Seni


seviyorsam, beni sevip sevmemeni önemsememeliydim. Çocukça şeylerdi beklediğim,
belki de değildi. Sözcükler o kadar önemli değildi belki. Umurunda bile
olmadığımı düşündüm sadece.
Belki sen kendine göre mükemmel bir eştin. Bu toplumda erkek doğmanın sana
verdiği haklan (!) kullanmıyordun ne de olsa. Kahveye, birahaneye gitmek, kumar
oynamak, zamparalık, dayak vs. gibi. Belki ben de kendime göre mükemmel bir
eştim. Bu toplumda kadın olarak doğmuş olmanın bana yüklediği görevleri yerine
getiriyordum. Yemek, temizlik vs. Birlikte olduğumuz sürece bunları hiç görev
gibi yapmadım, zevkti hepsi. Ayrılığımızın ilk zamanlarında acımı hafifletmek
için, senin için yaptıklarımda hep kötü yönler bulmaya çalışıyordum. Şimdiyse
aklıma hep güzel şeyler geliyor. Gökova'da sabah gün daha yeni aydınlanıyorken
yağmurdan kaçıp Albay'ın Koyu'ndaki ıssız kulübeye saklanışımız, karda yürürken
ağzımızla kar tanelerini yakalamaya çalışmamız, "Kristal Kanatlı Kuş"u
izledikten sonra eve dönerken yoldaki komik tedirginliğimiz, denizde sırtına
binişim, dalıp bacaklarının arasından geçerken çükünü dışarıya çıkarman, son
günlerimizden birinde, sen oramı öperken Balki'nin sırtına konup seni
didiklemesi, gülüşmelerimiz ve daha birçok şey.
Konuşalım, ne olur konuşalım. Yaptıklarımın en kötüsü yalan söylemekti.
Yalan arsız, bir türlü kökünü kurutamadığın bir çiçek gibi. Bahçede
akşamsefaları vardı. Ben severdim, ama babam sevmezdi, kökünden koparır atardı.
O attığını sanırdı, ama onlar tohumlarını çoktan dökmüş olur ve pek çok yerden
yeniden çıkarlardı. Sana artık yalan söylemeyeceğim desem de öncekiler hep
kalacak değil mi?
Ve aslında benim yaptığıma denebilecek en son şey orospuluk. Gerçek
orospular çevrendeki hanım hanımcıklar. Eşleriyle paylaşacak bir şeyleri
olmadığı halde, ölçüp biçip evliliği daha kârlı bulduklarından evli kaldıkları
için. Diyeceksin ki bunu ilk kez sen kullandın, yalan söyleyip benimle ilişkim
sürdürmek istedin. Evet, çünkü sinirliydin ve oynadığım oyun devam ediyordu.
Seni de yitirmek istemiyordum. Yanlış sözcük tabiî ki, çünkü ben sevmediğim ama
bana olan sevgilerini sevdiğim, bir şekilde duygusal ilişkim olan iki insanla
birlikte oldum. Onlarla olmaktan hiçbir çıkarım yoktu ki. Bana, tercihimi
yaptığımı, bununla mutlu olmamı istediğini söyledin. Tercih yapan ben değildim,
sendin. Sana o dernek dediğin barı açma diye yalvardım. Orayı açtın, "Bari
ikinci bir iş yapma" dedim, yaptın. Ne gerek vardı benden bu kadar uzaklaşacak,
ben senden para bile isteyemezdim. "Beklentilerim yüzünden" diyorsun, beni
başkalarının kanlarıyla karıştırma. Sana bir gün, "Yakında bir tercih yapmak
zorunda kalacaksın, ben ya da o lanet olası dernek ve arkadaşların" demiştim.
Senin tercihin belliydi. Tüm uyarılarıma rağmen oradan, onlardan vazgeçmedin.
Ben de bir oyun yarattım yalnızlığımı paylaşacak.
Biliyor musun, Fatih'i sen sanmıştım önceleri. Chat sırasında havadan sudan
konuşurduk hep. Bir gün, "Bugün neler yapmış benim gülüm?" dedi. Adımı
bilmiyordu, canımlı, gülümlü bir konuşmamız olmamıştı hiç. Fiziksel
özelliklerinden söz etmeye başlayınca da sen sandım. Boy aynı, kilo aynı, alnın
açıklığı aynı, burç aynı. Keşke sen olsaydın. Bu konuşmaların yönünü değiştirmek
için çok uğraştım. O öyle inandırıcı ve ısrarcıydı ki karşı koyamadım sevgisine.
Söylediklerine katılmadım, hayal kurmadım, yalnızca dinledim. Neler söylerdi bir
bilsen:
"Bugün adını her yere yazdım, yanına da kendi soyadımı. Seni hep karım
olarak düşünüyorum, çocuklarımın annesi olmanı istiyorum. Bir kızımız olsun,
adını Yağmur koyalım."
"Annem ameliyat oldu. Başında beklerken, keşke gülüm yanımda olsa, bana
destek verse, 'Anne, bak, bu benim gülüm' diye tanıştırsam sizi, diye düşündüm.
Biliyor musun, bu kötü ama annemin ameliyatına sevindim bir yandan. Bu olmasaydı
Bengü'yle tatile gitmek zorunda kalabilirdim. Ne yapardım o zaman sensiz?"
"Bana yemek pişirmeni istiyorum, sen yemek yaparken mutfakta oturup seni
seyretmek istiyorum, seni doya doya seyretmek. Hiç böyle bir arzu duymadım,
herkese haykırmak istiyorum, 'Benim sevgilim var, benim gülüm var' diye. Bizi
ayırmak isteyenler olursa lütfen diren, vazgeçme benden."
Bunları söyleyen adama gittiğimde bana söylediği ilk şey ne oldu biliyor
musun ? "Neden daha kolay çıkarılabilecek şeyler giymedin?" Sanki verip de
tutmak zorunda olduğum bir sözdü, ne kötü. Onu gördüğümde hissettiğim bir şey
olmadığını bir kez daha anladım. İstediğim o değildi, istediğim sendin. Ama onun
sesine ve sözlerine ihtiyacım vardı. Hepsi bu. Belki de bir şeyler hissediyordu,
bilmiyorum. Sonra ortak bir arkadaşımıza, hayatında iki kadını çok sevdiğini
söylemiş. Birini bırakamadığını, sahip çıkma, acıma duygusuyla sevdiğini ama
onunla hayatın çekilmez olduğunu, diğerine ise çılgınca âşık olduğunu anlatmış.
Hasan hiç olmayacaktı, o gerçekten bir oyundu. Fatih de oyundu, ama sonra
inanmıştım ona. Hasan'a hiç inanmadım. Sen onunla konuşmasan, karısı senle
konuşmasa o hiç olmayacaktı. Bir kez bile onu görmeyi düşünmemiştim. Onunla
konuşurken sıkılırdım aslında, "Eğlenmek varken niye bu adamla konuşuyorum ?"
derdim. Ama kırmak da istemezdim. Karısı beni arayıp Hasan'a iyi bakmamı
söyleyince şaşırdım. Yine de bitirmek için fırsat kolluyordum. Sana,
"Hayatımdaki en güzel şey" dedim onun için, acı çekmeni istiyordum. Birinin beni
sevdiğini, benim de onu sevdiğimi düşünmen için. Onların hayatıma girmelerine
sen neden oldun. Neden esirgedin benden sevgini, ilgini? Neden biraz olsun
tutkulu olmadın, neden?
Fatih'in zamanlaması çok iyiydi. Başarısızlıkla sonuçlanmış bir tedavi
sonrasıydı. Kötüydüm, hem de çok kötüydüm. Bir çocuğumuz olmasını çok
istiyordum. Oysa senin umurunda bile değildi.
Ben seni istiyorum, seninle yeniden denemek istiyorum. "Hissettiklerin
benimle ilgili değil, kaybettiklerinle ilgili" demiştin. Eğer kaybettiklerimden
kastın eşyalar, ev, araba, para, vs ise hepsini bırakalım, canlan cehenneme.
Birer çantayla kimseye haber vermeden, bizi kimsenin tanımadığı bir yere
gidelim. Bir köye, Hisarönü'ne mesela. Ya da nereye istersen. Hiç konfor
olmasın. Çamaşırı, bulaşığı elimde yıkayayım. İstersen çalışma, evde otur, yaz.
TV olmasın, telefon olmasın, PC olmasın ama sen ol, ne olur sen ol. Hiçbir şeyin
önemi yok başka. Tek odalı bir köy evi olsun. Yeniden başlayalım. Herkesin, her
şeyin cam cehenneme, sadece sen ol. Ne olur yeniden birlikte olalım.

Ne oldu biliyor musun? Donup kaldım, hiçbir şey hissetmiyorum, hiçbir şey.
Cumartesi gecesi evine geldim. (Evin? Orası benim evimdi, ne çok özledim.) Evde
miydin, değil miydin bilmiyorum. Araba var mıydı yok muydu, dikkat etmedim.
Çatıya çıktım, sonra indim. Eve geldim. Geceyi bitiremeyeceğimi hissettim. Acile
gidip "Yardım edin" dedim, "bu gece bitmeyecek." Bir doktor çağırdılar. İki üç
saat konuştuk herhalde, aptalın biriydi. O gidince, odada kimse yokken raporu
okudum. "Duygusal çöküntü, sürekli ağlama, yavaş konuşma, kendinde değil. Gözlem
altında tutulsun." Sonra beni yalnız tuvalete bile göndermediler. Bir ilaç
verdiler, uyandığımda öğle olmuştu. Doktor yine geldi, "Senle terapiye
başlayalım" dedi. "Olur" dedim ben de. Yeşil reçeteyle satılan bir yığın ilaç
yazdı. Onları içiyorum, her şey kayboldu sanki. Ağlayamıyorum, gülemiyorum, öfke
duymuyorum, acı yok, intikam planı yok. Konuşmam, yürümem ve tüm hareketlerim
yavaşladı, daha rahat okuyorum ama. Gözbebeklerim büyümüş, bunu fark ettim.
Eczacı, "Bunlar resmen uyuşturucu, alma bence" dedi. Her şey çok dayanılmaz,
böyle bitki gibi yaşamak daha iyi belki.
Çok acayip, ilacı alıyorsun, iki üç dakika içinde kanın ısınıyor. Garip bir
ılıklık. Uyku değil aslında, o kadar derin, ağır uyku olmaz. Gözlerini
açtığında, "Neredeyim, ne oldu, ne zaman uyudum, gün ne, hangi yıldayız?" diye
salak salak düşünüyorsun. Bir süre kullansam iyi olacak sanki, uyudukça uyanırım
belki.
Sana yemek yapmayı, evde peşinde dolaşmayı, pazar günleri durup durup
sevişmemizi, evde birbirimizi kovalamayı, seninle olan her şeyi öyle çok özledim
ki. Beynim karıncalanıyor, bütün düşünceler silikleşiyor. Beni kudurtan
hakaretlerin, bana vurmanın hiç önemi kalmadı gibi. Evin akmasını bile özledim.
Neler yapıyorsun acaba? Hep dışarıda mı yiyorsun, alışveriş yapıyor musun,
çamaşırlarını doğru programda yıkayabiliyor musun, kimlerle oluyorsun? Sokakta
çorap satanları görünce bile içim sızlıyor, sana çorap almak istiyorum. Her
gördüğümden alırdım neredeyse. Bazen seni kırmayı, canım acıtmayı istiyorum.
İçimde üç dört kişi olduk herhalde, kendimle anlaşamıyorum bir türlü.
Hep denizi düşünüyorum. Niye bu kadar çok seviyorum denizi? Bir gün
kitabevinin önünde sen, ben, Kâmil oturuyorduk. Kamil, "Denizi olmayan bir yerde
yaşamanın hiçbir anlamı yok" dedi. Ben de ona katıldığımı söyledim. Sen "Önemli
olan şurandaki denizi kaybetmemek" dedin kalbini göstererek.
İçimdeki denizi kaybettiğim için mi böylesine medet umuyorum denizden?

Bu hale nasıl geldim bilmiyorum. Sana bilmiyorum dediğimde, aslında bütün


cevaplan bildiğimi ve bunların zamanla ortaya çıktığını söylemiştin. Gerçekten
bilmiyorum. Bildiğim yalnızca neler olduğu. Neden oldu, nasıl oldu bilmiyorum.
Âşık mı oldum? Hayır. Heyecan mı aradım? Hayır. Merak mıydı? Hayır. Onlarla
bir yaşam mı düşledim? Asla. Belki onları sevdiğimi söylesem daha bağışlanabilir
olurdu. Bana âşık olduklarım mı sandım? Belki.
Belki farklı olduğumu ispatlamaya çalışıyordum, belki var olduğumu, belki
beni fark eden birileri olduğunu... Belki de yazdığım senaryoya, oynadığım role
fazla kaptırdım kendimi ve bir an o olmak istedim.
Seni çok suçladım, hatta aşağıladım. Kendi acımı, öfkemi, nefretimi
hafifletebilmek için. Evet, bana uzaktın, çoğu zaman mutlu ve iyi görünüp bunu
sorguluyordum hep. Sana söylüyordum da bunu. "Sevildiğimi hissetmiyorum"
diyordum. Neden hiç çaba göstermedin? Ben sandığın kadar güçlü değildim. Belki
bayağı, belki çocukça, belki aptalca ama sevildiğimi duymak istiyordum, ilgi
istiyordum. Kelimelere ihtiyacım olmamalıydı belki ama vardı işte. Bilmiyordum
ki...
"Neden demiştim sana, son bir umutla ve belki bir mucize olur, bana hiç
beklemediğim bir gerekçe söylersin diye, tıpkı ölüm mahkûmlarının son anda bir
kurtuluş haberi beklemeleri gibi.
Gözlerime baktın. Evladım terk etmeye hazırlanan bir anne gibi baktın bana.
Bir yalan aradın, buldun belki ama söyleyemedin.
Gözlerin yine bilinmeyen bir boşluğa takılmıştı. Bir süre sustun. Sonra
konuştun. Sesin hayat kadar yabancıydı, hayat kadar acımasız, hayat kadar
gerçekti. 'İçimde tanımadığım bir başka kadın daha var' dedin.
Sahi kimdi o kadın? O kadını parçalanmışlığa sürükleyen kirli ve hastalıklı
merak neydi? İçindeki o bin yıllık ezilmişlik, ezilmişliğin hastalıklı hazzı
mıydı ? Kişiliğini parçalayan, iradesini felce uğratan, gururunu teslim alan bu
ruhsuz sevişmelere onu hangi derin eksiklik çağırıyordu?"
Sana o mesajları gönderirken bile (aşağılama, suçlama ve öfke dolu olanları)
hep içimde "Umurunda bile değilim" düşüncesi vardı. "Gülüp geçiyor bana"
diyordum kendi kendime, böyle düşündükçe seni daha çok kırmak, ölümüne yaralamak
istiyordum. Neden gözünde değersiz olduğumu düşündüm hep?
Seninle çok az konuşuyorduk. Bunu düşündüğünü ya da farkında olduğunu
sanmıyorum. Sana söylediğim şeylere burun kıvırıyordun. Bana göre sorun olan
sana göre önemsizdi daima. Belki bu konuşamamak yüzünden seni kadın, erkek,
konuştuğun herkesten kıskanıyordum.
Çevremle pek ilgim yoktu biliyorsun. Sekiz saat hiç hoşlanmadığım insanlara
tahammül etmek zorundaydım. Onlardan mümkün olduğunca uzak duruyordum. Dışarıda
da pek arkadaşım yoktu. Sadece iş ve ev arasındaydı hayatım. Annemlere
uğruyordum ara sıra ama onlarla hiçbir zaman sandığın gibi bir ilişkim olmadı.
Onlarla ne seninle ne kendimle ne de ilişkimizle ilgili hiçbir şey paylaşmadım.
Onlar konuştu hep; bitmez tükenmez, ipe sapa gelmez dertlerini anlattılar, ben
dinledim, sustum. Onları asla sevmedim. Şimdi bu sevgisizlik acımasız bir
nefrete, kine, hatta iğrenmeye dönüştü. Öyle ki, seslerini duyduğum anda, hatta
onlarla aynı kentte olduğumu düşündüğüm anda dengem altüst oluyor.
Şimdi sen gittin. Kötü, iğrenç, çirkin olan her şey kaldı. Bu iş, bu kent ve
bu aile. Güzel olan sen vardın. Sen kalmalıydın, her şey ve herkes gitmeliydi.
Seni yalnızca başkalarından kıskanmıyordum aslında. Seni kıskanıyordum, kendine
hâkim oluşunu, güvenini, inandıklarını inatla savunmanı, direnmeni ve daha
birçok şeyi.
Eşya almak için gelişim bahaneydi, biliyorsun zaten. İkinci gelişimse benim
kontrolümde değildi. Senden ayrılıp eve doğru yürüyorken yanımdan arabayla
geçtiniz. Bir anda çıldırdım. Ne kadar bencilim, buna hakkım yoktu ki. Tüm
yaptıklarıma rağmen hâlâ benim olduğunu düşünüyordum. "Ben yapsam sen affeder
miydin?" diye sormuştun. Sana birçok şey yapmayı düşünürdüm, ama senden
vazgeçmezdim. İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, bayağı ya da asil, nasıl
yorumlarsan yorumla, beni bencillikle suçla ama seni ne kendine ne de
başkalarına bırakmazdım.
İkimiz de yalnızdık. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Ama birbirimizin
yalnızlığına da çare değildik. Belki çare de aramıyorduk. Yalnız ve hüzünlü
olmaktan mutluyduk belki de. Yüzümdeki hüzün bana çok yakışıyormuş zaten,
çoğunluğun söylediği bu.
Birbirimizle günlük sorunları paylaşmadık, başkalarından, paradan söz
etmedik. Sadece muhabbet olsun diye başkalarından söz ettiğimde, "Başkalarından
konuşmayalım, bizden konuşalım" derdin ama bizden de hiç söz etmezdik.
Ne düşünüyorum biliyor musun? Sen seni, beni, ilişkimizi, her şeyi akışına
bırakmıştın, olabilecek hiçbir şey seni üzmez, şaşırtmaz, yıkmazdı sanki. Eve
geliyordun ama ben olduğum için değil, ev olduğu için geliyordun. Ben varım ya
da yokum hiç fark etmezdi sanki. Şimdi eve gitmek sana zor geliyor sanırım.
Belki sen de farkında değildin eve değil bana geldiğinin.
Aslında daha rahat olmalısın. "Alışverişe gidelim" diyen yok, çoraplarını
tek tek çıkarmana, sağı solu dağıtmana, çamaşırlarını kirli sepetine atmamana
kızan biri yok. Saçları küvet deliğini tıkayan biri de yok.
Bazen beni iterdin, sana yaklaştığımda "Git başımdan" derdin. Bir yere
gidelim dediğimde, "Kendin git" derdin. Neler oluyordu o zamanlarda, hayatından
birileri mi gelip geçiyordu, tahammül edilmez olduğumu mu düşünüyordun? Bir de
"Ben hayatından çıkıp gitsem daha iyi yazar" diye düşünürdüm. Artık yazamıyorsun
sanırım, ama başına gelen her şeyin, özellikle kötü şeylerin bir gün yazıya
dönüşeceğinden eminim.

Çok öfkeliydik ikimiz de ilk zamanlar. Ben hep seni suçladım, başkalarına
seni öfkeyle anlattım, eleştirdim, kötüledim. Belki sen ailemi iyi tanıdığın
için, onların bana acı çektireceklerini bildiğin için onları bu işe karıştırdın.
Şimdi öfke geçti, acı kaldı. Artık aklıma gelen hep güzel anılar.
İlk birlikte oluşumuz geliyor aklıma. Annenlerdeydik. Seni ne kadar çok
uğraştırmıştım. Ne kadar ürkek ve acemiydim, hatta cahil. Sonra beni banyoya
götürüşünü, sobanın yanında kurulayıp giydirişini hiç unutmuyorum. Tir tir
titriyordum. "Canım benim" demiştin. Öyle güzel söylemiştin ki...
Soğuk havalarda seviştik, sıcak havalarda, depremlerde... Annemlerin evinde,
benim yatağımda... O gök gürültüsünü hatırlıyor musun? Arabada... Ya o yağmuru
hatırlıyor musun? Havuzda, kabinde, dolapta... Evliliğimizin ilk günlerinde,
vardiya çalışırken öğleleri eve gelmemi beklerdin sevişmek için. Ya ben seni
nasıl beklerdim? Pencerede, balkonda... Sekiz yıl boyunca bekledim.
Önce sinirlenirdim. Zaman geçtikçe sinirim meraka dönüşürdü. Sonra ağlamaya
başlardım.
Eve geldiğinde peşinde dolaşır, tuvalette bile seni seyreder, sinir ederdim.
Ne güzeldi her şey. Şimdi sesini bile duyamıyorum. Sen gittin her şey kaldı. Sen
kalmalıydın, her şey gitmeliydi.
Ölüm mü istediğim? Bilmiyorum. Hayır biliyorum. Değil aslında. Yine okumak,
yazmak, gökyüzüne bakmak, en çok da denize girmek istiyorum. Keşke yaz olsaydı.
Bazen yaşamaya zaman ayıramayacak kadar yorgun ve yoğun hissediyorum.
Sessizlik ve boşluk istiyorum. Ama yaşarken bu mümkün değil. Yemek, içmek,
giyinmek, yürümek, tuvalete gitmek, para kazanmak gerekiyor. Bunları yapmak
istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum. Böyle zamanlarda kendimi ölüme çok yakın
hissediyorum. Komik olan ne biliyor musun? Buna rağmen olmadık şeyler
düşünüyorum. Saçlarımı boyamak, kulağıma bir delik daha açmak ya da yeni
giysiler almak gibi.
Bir tabancayla çok kolay olurdu intihar etmek. Düşünecek, pişman olacak,
geri dönecek zamanın kalmazdı. îlaç ya da jilet, dikkat çekmeye çalışıyorum,
ilgi istiyorum, demek zaten. Bunu hiç kimseye ulaşamayacağın bir yerde yapmazsan
geri dönecek bol bol vaktin var.
Ya kendini asan biri... İp boynunu sıktığında ölene kadar neler düşünür?
İpin kopmasını, tavanın çökmesini ister mi?
Ya da kendini yüksek bir yerden atan biri düştüğü o birkaç saniyede neler
hisseder? Pişman olur mu, geri dönmeyi, bir yerlere tutunabilmeyi ister mi?
Belki ölmeliyim. Belki sana yeniden kavuşabileceğime dair umut taşıyan tüm
gemileri yakmalıyım. Kendimi asla bağışlamayacağım şeyler yapmalıyım ki senin de
beni bağışlamayacağından emin olabileyim. Günaha batmalıyım, hatalar yapmalıyım,
belki tanımadığım o kadına tamamen teslim etmeliyim bedenimi, onu çağırıp o
olmalıyım belki.
Artık hiçbir şeyi kayıp olarak görmüyorum; yaşam dahil. Bir yandan böyle
hissederken diğer yandan benim gibi birinin nasıl olup da halen intihar
etmediğine şaşırıyorum.
Terastayım. Çırılçıplak şehre karşı şarap içiyorum.
Şarap... Birlikte en çok içtiğimiz içki. Şimdi kendimi bu halde bıraksam
boşluğa, bedenimi bahçede çırılçıplak bulsalar sabah. Anneler beni görmemeleri
için çocuklarının gözlerini kapatsa.
Bahçenin çimleri sokak lambasının ışığında nasıl da parlıyor, beni nasıl da
çağırıyor. Hoşça kal, diyebilirdim ama benim için fark etmiyor. Bugünü
yaşıyorum, yarın olursa onu da yaşarım.
Kendimi senin yerine koymaya çalışıyorum, ben olsaydım ne yapardım diye. iş
için gitmelerine bile dayanamazdım. Aklıma gelen bütün kadınları aramaya
çalışırdım. Pijamalarını koklayarak uyurdum. Bir başkasına gittiğini bilsem
delirirdim herhalde. Ama yine de senden asla vazgeçmezdim, asla.
Çok üzgünüm, çok, çok, çok.
Yazdıklarımı kendimi haklı göstermek ya da mazeret bulmak için yazmış
değilim. Haklı olmadığımı, mazeret olmadığım biliyorum. Tüm bu yazdıklarım senin
için saçmalıktan öte bir şey değil belki. Umurunda bile değilim, gülüp
geçiyorsun ya da yalnızca acıyorsun belki. Belki eşyalarımı almaya geldiğimde
dediğin gibi, duygu sömürüsü yaptığımı düşünüyorsun, ama ağlıyordum, şimdi de
ağlıyorum.
Yarın bir adaya gidiyorum. Çevremde kimsenin bilmediği bir adaya. Sığınacak,
korkularımı yatıştıracak, beni hiç sorgulamadan bağışlayacak kimselerin olmadığı
bir adaya.
Adanın arkasında, o sadece başıboş rüzgârların estiği dağlarla çevrili ıssız
kumsalda adımı haykıracağım: "Gülden Kale!"
Orada ne kitaplar ne oyunlar ne de şarkılar olacak. Orada sonsuzluğa bakıp,
kimseden yardım istemeden, "Kimim ben ?" diye soracağım.
Eğer sadece iyi kalpliliği oynayan ebedî bir hayat kaçkınıysam, içim ölmüşse
ve buna gerçekten inanırsam, beni bir daha asla görmeyecek, sesimi asla
duymayacaksın.

XVIII

Sıkıntıyla uyanıyorum.
İçimdeki sıkıntının uyanmadan hemen önce gördüğüm düşten mi, yoksa yatmadan
önce -neredeyse altıydı, başım dönüyordu ve yorgunluktan kusmak üzereydim- vişne
suyuyla atıştırdığım büyükçe kesilmiş iki kek diliminin midemde yarattığı gazdan
mı kaynaklandığına karar veremeden yatağımın yanındaki komodinin üstünde duran
dijital saate bakıyorum: 12.46.
Pencereleri açıp odayı havalandırıyorum. Duşa girerken bir yığın salağın
böyle öldüğünü, yatmadan önce abur cubur ne bulurlarsa yediklerinden, kalplerini
sıkıştıran gaz yüzünden uykudayken geberip gittiklerini düşünüyorum. Sonra da
bana bu denli sıkıntı -en azından bir kısmını- veren düşü hiç anımsamadığımı
fark ediyorum.
Duştan sonra odamda ileri geri yürürken, tanıdığım bir doktorun söyledikleri
aklıma geliyor. Bir sohbet sırasında bana -her ne kadar göz doktoru olsa da-,
kırk yaşından önce kalp rahatsızlıklarına pek rastlanılmadığını söylemişti. Daha
otuz dört yaşındayım. Kimi zaman göğsümün orta yerinde, göğüs kafesimin
birleştiği yerde bir kasılma oluyor, sanki kalbim bir süre hiç atamamış da
içinde biriken kanı birdenbire pompalamış gibi kasılma gevşemeye dönüyor. Böyle
zamanlarda kanın sol mememin altından bedenime yayılışını hissediyorum. Bunu
anlattığımda arkadaşım epey gülmüştü. "Gaz olabilir" demişti, "Evhamın sıkıntını
artırıyor ve abartıyorsun. Korkma, bir şey olmaz." Bu açıklamayı bahaneye
dönüştürdüğümden ya da belki de korkunç bir tanıyla karşılaşmaktan korktuğumdan
hiç kalp doktoruna da gitmiyorum.
Yürürken eski bir hileye başvuruyorum; birdenbire çömelip bir süre bekliyor,
sonra doğrulup yürümeye devam ediyorum. Önceleri gazımı böyle kandırırdım.
Birdenbire çömelince gaz bedenimin içinde sıkışır, artık nereye daha yakınsa
aşağıdan ya da yukarıdan çıkıp giderdi. Ancak her düşman zamanla kendim
geliştiriyor; çoktandır bu taktik de işe yaramıyor.
Göğsümü sıvazlayarak masamın başına oturduğumda, gördüğüm düşü hâlâ
anımsayamadığım için hayıflanıyorum. Yattıktan sonra, henüz uyumamışken aklıma
iyi öyküler gelir ya da gecenin bir yarısı esin kaynağı olabilecek düşlerden
uyanırım, ama tembellikten kalkıp not almam. "Sabah bir kenara yazarım" diye
düşünürüm ama çoğunlukla unuturum; birçok iyi öykümü, daha doğmadan bu şekilde
yitirdim. Not defterimi başucuma koyup yattığım birçok gece boyunca
-bilinçaltımın bir şakası olsa gerek-esin perisi uğramadığından bu davranışı
alışkanlık haline dönüş-türemedim.
Seti açıyorum. CD çalarda "Virgin Land" var, çıkarıp yerine çoktandır
dinlemediğim Nancy Argenta'yı koyuyorum. Sesi, trafiğin gürültüsünü bastıracak
kadar açıp masaya yerleşiyorum.
Düşümü anımsamaya çalışarak bir sigara yakıp bilgisayarı açıyorum, ekranın
altındaki saat 13.41'i gösteriyor. On yıldır, üzerinde sürekli çalıştığım halde
öykülerini bir türlü netleştiremediğim, kurgusu, kahramanları, mekânı ve zamanı
sürekli değişen bir romanla -roman olmasını istediğim bir şeyle- boğuşuyorum.
Benim diyebileceğim bir romanı bilinçaltımı deşmeden yazamayacağım kaygısına
kapıldım; düşlerimi anlamlandırmadan, kendimi ortaya koymadan, unuttuğum ya da
unutmaya çalıştığım, belleğimin derinliklerinde saklanmış anıları ortaya
çıkarmadan planladığım kurguların kendimi anlatmak için yetersiz olacağını
düşünüyorum. Bunun için anlamsız bile olsa rastlantısal bir sözcüğün peşine
takılıp, çoğu zaman yaptığım gibi çalışmaya başlamadan önce aklımı olabildiğince
boşaltarak herhangi bir plana, kurguya zaman tanımadan, çalakalem bir metin
yazmaya hazırlanıyorum.
Basic'in "random" komutunu kullanarak kısa bir program yazmıştım. Program
önce İle 9 arasında rastlantısal bir sayı bularak sözcüğün kaç harfli olacağını
saptıyor, sonra da döngüyü bu sayı kadar çalıştırıp, İle 29 arasında yeni
rastlantısal rakamlar buluyor. Her rakamın alfabedeki karşılığını yan yana
ekrana yazıyor. Böylece ne uzunluğuna -dokuz harfe dek- ne de harflerine
karıştığım bir sözcük elde etmiş oluyorum. Sözcüğü metnin başına yazıp harflerin
birlikteliğinin bende yarattığı etkiyle bir metin oluşturmaya çalışıyorum.
Programı açtığım anda telefon çalıyor.
- Efendim?
- Dünyanın en yakışıklı, en zeki ve en karizmatik erkeğine merhaba demek
istedim. Mutlu pazarlar efendim.
- Pis yağcı... N'aber?
- İyiyim. Denize ineceğim birazdan. Müsaitsiniz değil mi?
- Bugün pazar demek, ben de "Niye işe gitmedim" diyordum. Anlat, müsaitim.
- Bugün geleniniz gideniniz yok mu?
- Yok, elimde kaldı.
- Verdiğiniz bölümleri okudum, dönünce geri veririm. Ayy, Karmancığım,
dernekte işler çok karıştı yine.
- Ne oldu yine ?
- Biliyorsunuz ben yönetim kurulundan ayrılmak için istifamı vermiştim, şu
lokal müsteciriyle sürtüşmem yüzünden. Sizin haberiniz yok, ama Kâmil müstecire
karşı yanımda olacağına söz verdiği için Kuşadası'na gelmeden önce istifamı geri
almıştım.
- Eee?
- Fikret galiba Kâmil'in içki borcunu silmiş, Kâmil bana yine cephe aldı.
- Nereden biliyorsun ?
- Dün telefon ettim Kâmil'e, birbirimize girdik Fikret yüzünden.
- Aman Filiz, her aradığında dert yanıyorsun. Ta Kuşadası'ndan dernek
kulislerini sürdürüyorsun. Bıktım artık Kâmil salağının neler yaptığını
dinlemekten. Bana ne ya? Git istifa et, etmeyeceksen bana anlatma.
- Tamam canım, kızmayın. Söyleşiniz nasıl gitti ?
- Ne kadar abuk soru varsa sordular. Yani, ben başka şeyler anlattım, onlar
başka şeyler sordular. Eve dönerken arabada Ediz'le konuştuk. O da çok kızgındı,
kitabı çıktığında kesinlikle söyleşi, röportaj, imza günü filan yapmamakta
kararlı olduğunu söyledi.
- Karmancığım, inanın orada olmak ve söyleşinize katılmak isterdim.
Bizimkileri dönmek için zorladığım halde olmadı, iznimin sonuna dek beni
bırakmayacaklar anlaşılan. Onlar da eylül sonuna dek kalmayı düşünüyorlar.
- Yüz yaşına geldin hâlâ anne kucağında uyuyorsun. Nasıl buldun yeni
yazdıklarımı?
- Ayy, nasıl söylesem? Çok güzel ama biraz karışık. Anlaması zor, ama çok
güzel. Bir de adımı bir kahramanınıza vermeniz çok hoşuma gitti. Oradaki Filiz
benim galiba.
- Bilmem. Sen misin?
- Ediz de var sonra, çevrenizdekileri yazmışsınız ama olaylar kurmaca, öyle
değil mi? Metindeki Filiz de ben gibi hemşire, üstelik konuşması da bana
benziyor. Size ben gibi hitap ediyor. Bana öyle gibi geldi.
- Sen olduğunu anladın demek? Kutlarım.
- Gülmeyin Karmancığım. Sizi bir akşam Kuşadası'na çağırmam, gizlice odama
almam, sonra annemler fark etmesin diye sabaha karşı gitmenizi istemem çok
romantikti. Sanki bizim yazlığın olduğu yeri biliyor gibisiniz. Bütün
ayrıntıları yazmışsınız, arabayı yan sokağa park etmeniz, bahçe duvarından
atlamanız filan...
- Bütün sayfiyeler birbirine benzer.
- Ama başka bir bölümde polisler beni sorguya çekerken, ben bu bölümleri
önceden okuduğum için sizin Kuşadası'na, bana geldiğinizi söylüyorum. Burası
biraz karışık geldi. Yani Kuşadası'na gerçekten gelip gelmediğinizi anlayamadım.
- Neyse, bittiği zaman daha anlaşılır hale gelir.
- Bu kurgu çok hoşuma gitti, dönmeden realize edebilirim sanırım.
- Beklerim efendim.
- Bütün kızlar için böyle kurgular yazabiliyor musunuz?
- Genelde kendileri yazıyorlar, ben gerekirse yardımcı oluyorum.
- Ay çok hainsiniz.
- Hadi görüşürüz canım, çalışmam gerek.
- Tamam canımcığım, iyi çalışmalar, mutlu pazarlar.
- Sana da...
Rastlantı, ekranda yanıp sönen bir soru işareti halinde bekliyor. Run tuşuna
basıyorum. Bilgisayar soru işaretini 3 rakamına dönüştürüyor. Döngü 3 kez
çalışıyor, altta, sırasıyla 6, 15, 16 rakamları görünüyor ve rakamların tam
altında "E", "L", "M" harfleri beliriyor.
"ELM"; hemen Word'u açıp sayfanın başına bu harfler dizisini ve dizinin
aklıma getirdiği ilk cümleyi yazıyorum.
"Eve Ediz'le döndüm."
Bir süre cümleye bakıyorum. Sonra hızla, aklıma gelen her şeyi yazmaya
başlıyorum.

XIX

Gülden Kale Düştü

"Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin


tam ama tastamam şimdi'de geçtiğini hatırladım."
Jorge Luis Borges / Yolları Çatallanan Bahçe

Eve Ediz'le döndüm. Ediz, söyleşi sırasında söylediğim kimi sözler yüzünden
sinirliydi. Eve dönerken, arabada, bu salak lafları neden söylediğimi bildiğini,
edebiyatın, amacı para olan diğer sektörlerden farkı olmadığını, bu yüzden
kitabı yayımlandığında ağzını bile açmayacağını söyledi. Ona, bütün bunların
oyun olduğunu, bu boktan hayatı sürdürmek için Sisyphos gibi yuvarlayacak bir
taşımız olması gerektiğini, söyledim. Taşlardan birini alıp oynayacak ya da
intihar edecektik. "Kitaplar, intihar edene dek oyalanacak taşların en onurlusu
hiç olmazsa. Zaten bundan sonra konuşmayacağım, yazdıklarımdan başka söyleyecek
bir şeyim yok" dedim. Ondan, "Hâlâ boktan laflar etmeyi sürdürüyorsun" demesini
beklerdim, ama yakında mavi kapağında kara bir tren bulunan kitabının
yayımlanacağı hâlâ aklındaydı sanırım.
Arabayı apartmanın arkasına park ettim. Kapıcı her zamanki gibi
penceresinden giren far ışığının kime ait olduğunu merak edip balkona çıktı. Ona
iyi akşamlar dileyip apartman kapısına doğru ilerledik. Ben asansörün kapısını
açarken Ediz merdivendeydi, her zamanki gibi yürüyerek çıkacaktı.
Girip üstümü çıkarmadan bilgisayarı açtım, Tunçboyacıyan'ın "Virgin Land"ini
koyup seti CD'yi sürekli çalacak biçimde ayarladım. Gece yağmur yağmamasını
dileyerek -pek yağacak gibi görünmüyordu- pencereleri açıp tülleri çektim.
Bilgisayarda daha önce belirlediğim dört dosya açıp küçük değişiklikler yaparak
kaydettim. Her şeyi olduğu gibi bırakıp odamdan çıktım. Asansörü kullanmadan
sessizce indim. Arabanın farlarım açmadan park yerinden çıktım, caddeye çıkıp
gösterge ışıklarını açtığımda saat dokuz buçuktu.
İzmir yolunda 20 km kadar gidip Sarayköy'de bir benzinlikten benzin aldım.
Hızla Denizli'ye dönüp Muğla yoluna devam ettim. Muğla'ya girdiğimde saat on
ikiyi on geçiyordu, Gülden'in kaldığı apartmanın bir sokak ilerisine park
ettiğimde ise yirmi.
Apartman kapısı açık olmasaydı arabayı park ettiğim sokaktaki kulübeden cep
telefonunu arayacaktım. Sadece üçüncü ve dördüncü kattaki dairelerin ışığı
açıktı. Gölgede kalmayı sürdürerek apartmanın balkonlu ve pencereli üç cephesini
kontrol ettim, yalnızca dördüncü kattakiler, apartman kapısının bulunduğu
taraftaki balkonda oturuyorlardı.
Merdiven ışığını açmadan asansöre binip kalemle yediye bastım. Kapısının
karşısında soluğum düzelene dek bekleyip dirseğimle zili çaldım, içeriden hiç
ses gelmiyordu ama sessizce kapıya yanaşıp delikten baktığına ve karanlıkta bir
şey göremediği için "Kim o ?" diye soracağına emindim. Merdiven ışıkları yandı,
demek içeride duy var. Önemli değil, "Kim o ?" diye sorduğunda da "Benim, Âdem"
diyecektim zaten. Kayıtsızca önüme bakmayı sürdürdüm. Kapı açıldı.
Şaşkınlıkla bana bakıyordu. Üstünde yalnızca askılı, penye bir bluz ve külot
vardı, ikimizin de dudakları titriyordu. Gözlerim dolduğunda onun da gözleri
doldu. Kollarını açarak bana doğru ilerledi, sarıldık.
Canımı sıkacak kadar uzun süre sanlı kaldık. Titriyordu, ağlamasına izin
vermemeliydim. Kulağını öptüm, sonra yanağını, sonra dudaklarımız birleşti. Öyle
hırslı öpüyordu ki dudaklarımı kanatacaktı. Kendimi çekip "Müsait misin?" diye
sordum. "Evet, gel" dedi. Elimi tuttu, içeriye girdik. Kapıyı kapattı. Tekrar
öpüşmeye başladık. Kalçalarından kavrayıp kendime çektim, kalkmıştım. Sonra
çekildim, omzuma asılı çantamı göstererek "îçki aldım" dedim. İçerse daha kolay
olur diye düşünüyordum. Çantamı itip sarıldı yine, "Sonra" dedi, "seni o kadar
çok özledim ki." Hem öpüyor hem de pantolonumun kemerini açmaya çalışıyordu.
Pantolonumu çıkarabilmesi için ona yardım ettim. Sonra elimi külotunun içine
sokup onu avuçladım. inledi. Külotunu ve bluzunu çıkardım.
Elimden tutup geriye döndü, odaya doğru çekiyordu beni. içeriye girerken
eğilip çantamı yerden aldım. Dar bir yatak odasına girdik. Antrenin ışığı
kapının izin verdiği kadar içeriyi aydınlatıyordu. Tişörtümden çekerek yatağa
uzandı, bacakları açılıp belimi sardı. Dilimi emiyordu. Yatak tek kişilikti,
yanlamasına uzandığımız için başı duvara dayanmıştı. Elini uzatmış ve şortumu
aşağı sıyırıp benimkini dışarı çıkarmıştı. Arasına sürtüyor, içeri sokmaya
çalışıyordu. "Bekle" dedim. Çantamdan prezervatif çıkardım. Poşeti açmaya
çalışırken "Hayır, kullanmanı istemiyorum" dedi. "Rahat edemem" dedim, "bir
yığın kadınla yattım. Hem senin için iyidir, hem benim için." Prezervatifi
taktım. Tişörtümü çıkarıp üzerine uzandım. Prezervatifin bozduğu büyüyü tekrar
yakalamak için canını yakarcasına öpüyordum. Elimle onu yokladım, çok geç
ıslanırdı, hâlâ kuruydu. Elini uzatıp tuttu, beni tekrar dikleştirmeye
çalışıyordu. Zamanım yoktu, tam sertleşmemiş olsam da zorlayıp girdim. Bir iki
gidip gelmeden sonra her şey yoluna girmişti.
Yine de rahatsız durumdaydım, bir bacağım yatağın üstündeyken diğerini yere
dayamıştım. O da öyleydi. Bir bacağı yere sarkmış, kafası duvara dayandığından
boynu öne doğru kasılmıştı. Yüzü dışardan gelen ışığın içindeydi. Elleriyle
göğüslerini tutmuştu. Her darbede duvara dayalı başı aşağı yukarı oynuyordu.
Saçları gözlerinin önüne düşmüştü. Başparmağımı ıslatıp onu okşamaya başladım.
Yakındı, nasıl geleceğini iyi biliyordum. Kasılmaya başladı, ben de yakınlaştım.
Okşamalarımı ve darbelerimi hızlandırdım. İnlemeleri arttı. Dudakları aralandı,
dilini çıkarıp dudaklarını yaladı. Yüzü kasıldı, öne doğru gerildi, geliyordu.
Kendimi bıraktım. Boşalırken eğildim, saçlarından tutup başım, sanki öpmek
istiyormuş gibi kendime doğru çektim ve bütün gücümle yatağın dayalı olduğu
duvara çarptım.

Duvardan beni çok korkutan bir ses çıktı. Öyle bir ses ki, duvar çatırtıyla
yıkılıyor sandım. Sanki ses bir süre dinmedi, yakındaki binalardan başlayıp çok
uzaklardaki tepelere kadar çarpıp çarpıp geri geldi. Sesin kafamdaki yankısı
kesilene dek kıpırtısız bekledim.
Kafasını duvara çarptığımda, tükenmiş gücüm beni dik tutamamıştı, üstüne
yıkılmıştım. Yüzümün dönük olduğu sağ göğsü titriyordu, titreme değil seğirme
belki. Doğruldum. Gözleri yarı açıktı. Sıkıca kavramış olduğum saçları hâlâ
elimdeydi. Bıraktım. Başı yana düştü. Ellerime baktım, parmaklarımın arasında
kalan saç tellerini yuvarlayıp yumak yaptım, sımsıkı avucumda tuttum. Diğer
elimle burnunu sıkıp bir süre bekledim, ağzı açılmadı.
Geriye çekilip içinden çıktım. Küçülmüştüm, prezervatifin boşta kalmış kısmı
uzayıp içinden çıktı, ucunda birikmiş beyaz sıvıyla boşlukta sallandı. Çantamdan
bir peçete çıkardım. Avucumdaki saç yumağını, prezervatifi ve yere attığım
prezervatif poşetini dikkatlice peçetenin içine koyup sardım, külotuyla birlikte
çantama koydum.
Hızla giyindim. Duvara baktım. Kafasını vurduğum yerden boya parçalan
dökülmüştü. Başım yoklarken kafası yan döndü, ağzı açıldı. Açılan kenardan kan
sızmaya başladı. Yatağın üstüne serilmiş nevresime ulaşmadan elimle ağzım tutup
başım yukarı çevirdim. Ağzı kan doluydu. Saçlarının arasından sızan kanın
nevresimi boyadığım fark edince sinirlendim. Başını nevresimle sardım. Çantamdan
deri eldivenlerimi çıkardım. Odadan çıkıp mutfağa girdim. Çekmecelerin birinden
büyükçe, siyah bir çöp poşeti buldum. Odaya dönüp poşeti nevresimle sardığım
kafasına geçirdim, hemen çözebileceğim gibi boynuna bağladım. Kucaklayıp antreye
çıkardım, tam lambanın altına gelecek biçimde yere yatırdım. Her yerini kontrol
ettim, bacak arasında ve göbeğinde kalmış birkaç kılı aldım.
Odanın ışığını açıp yatağın üstünü kontrol ettim. Boya döküntülerini, kime
ait olduğunu umursamadan bulduğum bütün saç tellerini ve kılları bir peçeteye
sarıp çantama koydum. Banyodaki çamaşır sepetinden kirli bir külot bulup yerdeki
askılı bluzunun yanına attım. Yatağın ayakucundaki dolabı açtım. Askıların
altındaki kapalı bölümde katlanmış nevresimler, çarşaflar vardı, nevresimlerden
birini alıp iyice buruşturarak yatağın üstüne serdim. Yatağa uzanıp nevresimi
üstüme çektim, sonra kalkıp yastığın üstündeki tek saç telimi aldıktan sonra
ışığı kapatıp yatak odasından çıktım.
Terasın kapısını açıp dışarıyı kontrol ettim. Çevredeki binalarda birkaç
dairenin ışıklan açıktı. Sakınmışız yandaki duvar kenarına yürüyüp apartmanın
arka avlusuna bakan balkonsuz ve penceresiz yönünün orası olduğuna emin oldum.
İçeriye girip mutfaktaki buzdolabını açtım. Tahmin ettiğim gibi, içildikten
sonra mantarı ağzına tekrar sıkıştırılmış yarım şişe şarap kapı rafında
duruyordu. Çantamdakini çıkarmaya gerek kalmadığını düşünüp şişeyi aldım,
raftaki bardakların arasından bulduğum kadehle birlikte salona götürdüm. Masayı
terasa çıkardım. Şişeyi açıp kadehi doldurdum, yansına dek içtim, içeri girip
kadehi çeşitli yönlerde her iki eline de tutturdum. Çantamdan, bana yazdığı bir
mektuptan ayırdığım tek sayfayı ve neredeyse mektuptakiyle aynı renk yazan mavi
tükenmez kalemi çıkardım. Kalemi ve mektubu da her iki eline tutturup terasa
çıktım. Kadehi şişenin yanına bıraktım. Mektubu şişenin altına sıkıştırıp kalemi
mektubun üstüne koydum. Salonun lambasını açıp terasa çıktım. Pencereden sızan
ışığın aydınlığına girmeden duvara dayalı plastik sandalyelerden birine oturdum.
Bir sigara yakıp cep telefonumu açtım.
Bir süre ışıkları açık dairelerin kararmasını bekledim, sonra daha fazla geç
kalamayacağımı düşünüp içeri girdim. Salonun ışığını söndürüp çantamın askısını
çapraz biçimde boynuma geçirdim. Sırtından ve dizlerinin altından tutup epeyce
zorlanarak kaldırdım, terasa çıktım. Hızlı adımlarla kenara gelip duvarın üstüne
sırtüstü yatırdım, poşetin içindeki başı boşlukta sallandı. Nevresim içinde
kalacak şekilde poşeti dikkatlice açıp çıkardım. Bacaklarını kaldırdım,
bedeninin ağırlığı boşluğa kaydı. Bacaklarım biraz daha kaldırıp bütün gücümle
ileriye doğru ittim. Yere düştüğünü bile görmeyecek kadar kısa bir an arkasından
baktım. Saçları dalgalara dalgalana, kollan ve bacakları havada savrularak
düşüyordu. Poşetin ağzını sıkıca tutup hızla içeriye girdim, kapıya yöneldim.
Ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Kapıyı açıp dışarı çıkmamla, hâlâ katta
bekleyen asansöre girmem bir oldu.
Apartman kapısından çıkıp arabaya kadar sakince yürüdüm. Girip çantamı ve
poşeti yan koltuğa koydum. Muğla çıkışında Denizli yolu yerine tam karşıya,
Aydın'a yöneldim. Neredeyse kusursuz bir dolunay dağların üstünde yükselmeye
başladı. Sık sık esniyordum, elimin tersiyle gözlerimin altını silip uyumamak
için radyoyu açtım. "Müzikte Dinî Etkiler" bitmek üzereydi; sunucu, Enigma'nın
"Mea Culpa"sını son şarkı olarak anons etti. Şarkı bittiğinde aklımdaki yüzün
Mary'ye ait olmadığını, Gülden'in ve daha birçok yüzün karışımı olduğunu
şaşkınlıkla fark ettim. Sonra "Dış Kaynaklı Müzik" başladı.
Yol bomboştu. Yavaşlayıp, Çine ve Aydın'a ne kadar yol kaldığını gösterir
bir levhanın önündeki boşluğa park ettim. Night Ark'ın, hiç de yabancı olmayan
"The Invisible Lover"ma daha fazla dayanamayacağımı anlayıp -evde çalan albümü
düşününce, "Bu kadar rastlantı da fazla" dedim galiba- radyoyu kapattım. Teybe,
şu sonsuz sessizlik temasını işleyen "Eternity or A Moment’i koydum mu, koymadım
mı şimdi anımsamıyorum. Esnemem geçmişti, ama gözlerim hâlâ yaşarıyordu.
Çantamdaki eldivenleri, külotu ve buruşmuş peçeteleri poşete koyup arabadan
çıktım. Ay ışığının da yardımıyla uzun süredir yol kenarından ayrılmayan dereye
indim. Poşetin ağzını bağlayıp suyun sessizliğine bıraktım. Poşet suyun yüzünde,
geldiği yöne doğru kıpırtısız ilerleyip gözden kayboldu. Aya bakmamaya çalışarak
arabaya dönüp yola çıktım; o kadar parlaktı ki bir süre sonra güneşliği indirmek
zorunda kaldım.
Eve girdiğimde saat beşti, yolu uzattığım için gecikmiştim. Bin kocadan
kalma bakire şehrin çığlıkları sürüyordu. Bilgisayarın faresine dokununca,
ekranın ortasında parlayıp hızla üstüme gelen yıldızlar kayboldular. Açık
dosyalardan ikisini kaydedip kapattım. Kamım gurulduyordu. Dolabı açtım. Ağzını
sıkıca kapattığım hazır kek paketinden iki dilim aldım. Tıkandığımı anlayınca
büyükçe bir bardağa vişne suyu koyup içtim. Kalan iki dosyayı da kaydedip
bilgisayarı kapattım.
Sonra İstanbul'u susturup yattım.
Biraz daha ayakta kalsam kusacaktım.

XX

"Biraz daha ayakta kalsam kusacaktım" satırına daha kurumadan dokunduğum


için mürekkep dağılmış, yine de okunuyor. Sayfaları sıraya koyuyorum, diğer
bölümlerin en altına yerleştirip masanın kenarına bırakıyorum.
Kitap bitti.
Bunu düşünmemeye çalışarak, sanki eksik kalan bir şeyler varmış gibi yeni
bir dosya açıyorum. Ekrandaki boş sayfaya bakıp ne yazacağımı düşünürken, başım
birden aşırı derecede kaşınmaya başlıyor. Başımı kaşıyorum, ama elimi başımda
hissetmiyorum. Bir gariplik var. Küllükte kendi halinde tüten -galiba- beşinci
sigaramı söndürüyorum. Kollarım ve sol bacağım karıncalanmaya başlayınca kalkıp
yürümek istiyorum.
Masanın kenarına elimi koyup ayağa kalktığımda, daha bir adım bile atmadan
göğsümün orta yerine yediğim şiddetli bir tekmeyle iki büklüm dizlerimin üstüne
düşüyorum. Şaşkınlıkla hemen doğrulmak istiyorum, ama ayaklarım tutmuyor,
kalkmaya çalıştıkça yere bastığım ayağım geriye kayıyor.
Bir dizim yere dayanmış, elimle masanın kenarına tutunmuş bekliyorum. Nefes
almaya çalıştıkça boğazım hırıldıyor. Alnımda biriken ter damlacıkları acıyla
yumulmuş göz çukurlarıma doluyor. Kırpıştırıp gözlerimdeki bulanıklığın
geçmesini bekliyorum, odadaki eşyalar, duvardaki resimler parça parça silinip
geri geliyor.
İkinci tekmeyle geriye doğru gidip sırtüstü koltuğun yanına düşüyorum.
Ellerimi göğsüme götürüp bastırmaya çalışıyorum, ama bütün bedenim uyuşmuş ve
ellerim güçsüz. Ne olduğunu anlayıp kendimi bırakıyorum.
Tam bu sırada kapımın zili çalıyor.
Kapıda biri ceketli, biri yelekli iki polis var. Beni tutuklamaya geldiler;
geleceklerini biliyordum.
Zil sesiyle birlikte göğsümdeki ağrı daha da artıyor. Gözlerimi kırpıştırıp
odaya bakıyorum. Görüntüyü örten buğu bölük pörçük aralanıyor.
İki sinek tam tepemdeki lambanın altında dönüp duruyorlar. Ekran koruma
moduna geçmiş bilgisayarımın karanlık ekranında beyaz noktalar, yıldızların
arasından hızla geçen bir uzay gemisindeymişim gibi kayıyor, penceremin aralık
perdelerinden sızan güneş ışığıyla boşlukta parıldayan toz zerrecikleri aşağı
yukarı oynaşıyorlar. Tabloların arasındaki duvar saati tam üçü gösteriyor.
Vantilatör artık olmadığım bir yere, demin oturuyor olduğum sandalyeme doğru
dönüyor. Odanın içini, kaldığım binanın önünden geçen trafiğin berbat sesini
bastırması için volümünü olabildiğince açtığım Nancy Argenta'nın coşkulu ama bir
o kadar da dingin sesi dolduruyor.
Koltukların, masanın, sehpaların üstünde açık ya da kimi sayfalan işaretli
kitaplar, üzerine notlar, bitmemiş öyküler, özetler yazdığım teksir kâğıtları,
rastlantıyla bulduğum bir sözcüğün peşinde koşarken karıştırdığım ama
kitaplıktaki yerine kaldırmadığım ansiklopedi ciltleri var.
Biraz önce bir bütün halinde elimde tuttuğum, henüz ciltlenmemiş kitabımın
yapraklan halının dört bir yanına dağılmış. Masaya tutunup düşmemeye çalışırken
dağıtmış olmalıyım. Düşümde yazdığım metin, düştüğüm yerde beni kuşatmış
durumda; belki de birazdan son bir saldırıyla beni düşürecek.
Yazdıklarımı düşümde yazdım, üstelik düşümde gördüğüm bir düşü yazdım, ama
düşler sadece düş değil; şimdi, bu kitabın ne kadarım düşledim, ne kadarı gerçek
anımsamıyorum. Bildiğim tek şey bu kitabı bitirene dek süre istemiş olduğum ve
bu sürenin verildiği...
Zil ikinci kez çalıyor.
Kapıdaki belki de Gülben'dir. Ona, saat üçte bana gelmesini söylediğim bir
mesaj göndermiştim. Ama şimdi, Gülben gerçekten var mıydı, yoksa onu da düşte mi
gördüm, anımsamıyorum.
Zilin çalması da düşün içinde mi bilmiyorum; kapıda zili çalan biri bile
olmayabilir. Göğsümdeki ağrı gitgide daha da katlanılmaz hale geliyor, kalkıp
zili çalanın kim olduğunu görmek için kapıyı açacak gücüm yok.
Belki başka bir kitap için yeni bir dilekte bulunsam her şey yeniden
başlayabilir. Her şey yine donar, zil yeniden çalar ve başka bir düş anımsarım.
Hayır. Yeni bir düş anımsamak istemiyorum.
Gülden Kale düştü.
Zil üçüncü kez çalıyor.
Gözlerimi kapatıyorum.
Bildiğim bir karanlık bu.
Bitti.

Belki "bitti" de bir düştür.


Belki de birazdan bir yerlerde, Adam Kadmon sıkıntıyla uyanır.
Ahmet Karcılılar _ Gülden Kale Düştü
www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir
Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin
Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK
MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir
ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu,
vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda
öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde
deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı
Ankara
Ahmet Karcılılar _ Gülden Kale Düştü

También podría gustarte