Documentos de Académico
Documentos de Profesional
Documentos de Cultura
www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir
Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin
Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK
MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir
ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu,
vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda
öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde
deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı
Ankara
Ahmet Karcılılar _ Gülden Kale Düştü
Gülden Kale Düştü
Ahmet Karcılılar
Düştü
"Yine de bir edebiyat insanı olmaktan yakınmamalıyım. Herhalde bundan daha ağır
yazgılar da vardır..."
Francisco Acevedo /
Yazı Üstüne Konuşmalar
II
Zil sesiyle birlikte kahve fincanını tutan elim hafifçe titriyor. Çok
önceleri yazdığım ama olay örgüsü bu pazara çok benzeyen bölümü okurken ansızın
çalan zil, sanki rastlantıdan öte mistik anlamlar taşıyormuş gibi korkutuyor
beni. Fincanı masaya bırakıyorum. Bilgisayarın saati 15.00'i gösteriyor. Bölümün
yazılı olduğu kâğıtları boş bir dosyaya koyup sandalyeden kalkıyorum. Bornozumun
önünü kapatıp kuşağımı bağlıyorum. Kapıya doğru yürürken zil, daha uzunca bir
kez daha çalıyor. "Geliyorum" diye bağırıyorum. Delikten bakmama gerek yok,
sakınımsız kapıyı açıyorum.
İki kişiler. Biri -telsizli olan- hava çok sıcak olmasına rağmen takım
elbiseli. Diğeri kot pantolon üzerine uzun kollu gömlek giymiş, gömleğin üzerine
de çok cepli gazeteci yeleği. Tabancalarının görünmemesi için üstlerinde mutlaka
ceket ya da yelek benzeri bir giysi oluyor. Telsizli olan, onları garipsiyor
olduğuma da dikkat ederek elindeki kâğıda bakıp "Âdem Karman ?" diyor. "Buyurun,
benim" diyorum.
- Emniyet Müdürlüğü'nden geliyoruz. Bizimle geleceksiniz.
- Neden? Konu nedir?
- Bize sadece bir soruşturma için alınmanız söylendi.
- Anladım. Yine, düşünen adam sorunu. Siz içeri buyurun, ben giyineyim.
- Burada bekleriz. Çabuk olun.
Kapıyı açık bırakıp bilgisayarı ve teybi kapatıyorum. Giyinip kapıya
geliyorum, asansörü çağırmışlar bile; yelekli olan kapısını açık tutuyor.
Vestiyerde duran çantamı alıp kapıyı kilitliyorum. Birlikte asansöre giriyoruz,
asansör kliması, alnında ter damlacıkları birikmiş olan takım elbiseliyi
-sanırım o daha yetkili- rahatlatıyor. Üzerinde "Z" yazılı tuşa basıyorum.
- Konuşmamda siyasî bir içerik yoktu.
- Ne konuşması?
- Dün akşam dernekte yaptığım söyleşiden söz ediyorum, dernek yöneticileri
tarafından kaydedilmiş olmalı. Daha çok edebiyatla ilgili bir konuşmaydı o.
Gerçi söyleşiyi siyasî platforma çekmek isteyen sorular geldi, ama istedikleri
cevapları vermedim onlara.
- Beyefendi, biz bilemeyiz. Sadece sizi almamız söylendi bize.
Apartman kapısından çıkıyoruz. Kapı önündeki beyaz Renault arabayla
gideceğiz sanırım, direksiyonda oturan sivil giyimli polis bize doğru bakıyor.
- Nereye gideceğiz?
- On Nisan Karakolu'na.
- Ben kendi arabamla geleyim, dönerken size zahmet olmasın.
Takım elbiseli, elindeki telsizi yelekliye verip benim arabama binmesini
söylüyor. Buna izin vereceklerim sanmıyordum, söyledikleri karakol evime oldukça
yakın çünkü. Yelekliyle birlikte apartmanın yan tarafındaki boşluğa yürüyoruz,
kapıcının dairesine bakan bahçe için ayrılmış bölüm apartman sakinleri
tarafından otopark olarak kullanılıyor. "Hangisi?" diye soruyor, elimle işaret
ederek arabayı gösteriyorum.
Kontağı çeviriyorum. Yağ kontrol ibresi maksimuma yükseliyor, yağ motor
içinde dolaşmaya başlayınca ibre sıfıra düşüyor. Yelekli "Radyoyu açalım mı?"
diye soruyor. Açıyorum, her zamanki gibi TRT-3'te radyo. Patetik Senfoni'nin
Adagio'su arabayı dolduruyor. Senfoniyi duyar duymaz, Çaykovski'nin bu besteyi
bitirdikten altı gün sonra koleradan öldüğü aklıma geliyor; hemen sonrasında, bu
eseri her dinleyişimde olduğu gibi, "Yazdığı senfoniye verdiği numara kadar günü
kaldığım bilseydi, şimdi biz bu eseri kaç numara olarak tanıyor olacaktık" diye
düşünüyorum. Belki batıl inançları yoktu, inadına yeni bir ilk senfoni
yazabilirdi ya da belki beşinciden sonra anlaşılmaz bir biçimde Binbirinci
Senfoni adlı çok daha patetik bir eseri olurdu ve hiç kimse de Çaykovski'nin
binbir gün sonra öldüğüne dikkat etmezdi. Bütün bunlardan habersiz yeleklinin
buruşan yüzüne bakıp arama tuşuna basıyorum, dijital gösterge yerel bir kanalda
duruyor. Benzin göstergesi sona dayanmış, ama henüz kırmızı ışık yanmıyor.
Kilometre 40 432'yi gösteriyor. Geri geri manevra yapıp park yerinden çıkıyorum.
Apartmanın önündeki yola çıktığımızda diğer arabanın çoktan gitmiş olduğunu
görüyoruz.
Yelekli, telsizi kulağına yapıştırmış ilgisizce geçtiğimiz sokakları
seyrediyor. Karakolun önündeki dört yola geldiğimizde kırmızı ışık yüzünden
bekliyoruz. "Arabayı karakol garajına çekebilirsin" diyor, "bugün nöbetçi amirin
arabasından başka araba yoktur. Yol üstünde kalmasın." Garaja giriyorum,
yeleklinin söylediğinin tam tersi, -pazar olduğundan görevli ekipler dışında
sivil ve resmî bütün arabalar burada sanırım- park edecek tek yer yok. "Şu
dipteki arabaların arkasına park et. Nasılsa buradasın, çıkan olursa çekersin."
Dediği gibi yanaşıyorum, arabadan çıkıyoruz. Yelekli park çıkışına doğru
yürüyor, arabayı kilitleyip onu izliyorum. Garajdaki nöbetçi polis bize doğru
geliyor.
- Akif Abi, orası olmaz. Dışarıya park edin.
- Arkadaş bir ifade verip gidecek. Beni yorma şimdi, refakatçisiyim.
- Abi, bir olay çıkar, arabalar çıkacak olur. Beni yakma gözünü seveyim.
- Bir şey olursa arabayı sen çekiverirsin.
- Anahtar üstünde mi?
Anahtarları nöbetçi memura uzatıyorum. Yelekliyle birlikte karakol
merdivenlerini çıkıyoruz. Takım elbiseli birinci katta başka bir siville
konuşuyor, tavırlarından diğerinin daha kıdemli olduğunu anlıyorum. İkisi birden
dönüp bana bakıyorlar, takım elbiseli "Geldiniz mi Akif ?.Arkadaşı bekleme
odasına al" diyor. Akif kimsenin olmadığı bir odaya sokuyor beni, içerde
karşılıklı duran dört sandalye var, "Burada bekleyin" diyor, "altıda nöbet
değişimi var. Nöbetçi amir geldiğinde ifadenizi alacak, ben sizi çağırırım"
Kapıyı kapatıyor.
Oturuyorum. Bekledikçe çoktandır beynimde büyüttüğüm korkularım ellerime
bulaşıyor. Ellerimin titremesini önlemek için sandalyenin oturak kenarlarım
tutup sıkıyorum, ama daha çok titriyorlar. Odada sıkıntımı giderecek bir gazete
bile yok. Çantam arabada kaldı, yanımda olsa, içinde yazdığım kimi bölümler
bulunan dosyaları açıp zaman geçirebilirdim. Kalkıp bir süre pencereden
bakıyorum. Karakolun önünde resmî araçlar duruyor, araçlardan polisler, siviller
iniyor. Sonra başkaları biniyor ve araçlar gidiyorlar. Nöbet çoktan değişmiş
olmalı, hava kararmak üzere.
Kapı açılıyor. Akif bu, odaya girmeden, ifadeyi alacak amirin beni
beklediğini söylüyor. Kalkıp onu izliyorum. Akif'in tavrı beni sakinleştiriyor,
ellerimin titremesi geçmiş gibi... Koridorun başındaki, kapısının yanında,
üzerinde "Kıyafetini düzelt" yazılı kocaman boy aynası bulunan odanın girişinde
duruyoruz. Akif, odanın kapısı açık olmasına rağmen yine de tıklatmayı ihmal
etmiyor. Üzerinde eski bir daktilo bulunan masaya dayanmış resmî üniformalı
polis bize dönüp "Gelin" diyor. Hayallerimdeki gibi değil, ne karanlık oda ne
yüzüme tutulmuş projektör ne de yalnızca belden aşağısını görebildiğim iyi ve
kötü polisler var. Odanın ana caddeye bakan geniş penceresi açık, iyice
rahatlıyorum.
- Arkadaş bu mu ?
- Evet Amirim, Âdem Karman.
- Tamam Akif, sen çıkabilirsin. Otur arkadaşım.
Oda bir ofis için oldukça küçük, masayla metal evrak dolaplarının arasına
iki sandalye sıkıştırmışlar, dolap tarafındaki sandalyeye oturuyorum. Daktiloya,
arasına karbon kâğıdı konulmuş sarı kâğıtlar takıyor. Kâğıdı ayarlayıp
kimliğimle ilgili sorular soruyor, bir yandan pazar olduğundan daktilo bilen
hiçbir memurun görevli olmayışına söylenerek yanıtlarımı kâğıda geçiriyor. Rutin
sorulan tamamladıktan sonra daktiloyu bırakıp bana dönüyor.
- Bir suçtan dolayı hakkında şikâyet var. Seni bu yüzden getirdik. Dün akşam
neredeydin?
- Bildiğiniz gibi dernekteydim komiserim.
- Ne derneği?
- Sanatsevenler Derneği'ndeydim. Kitabımla ilgili imza günü ve söyleşi
düzenlenmişti. Ancak ben oldukça dikkatli konuştum. Konuşmamda suç olarak
nitelendirilebilecek hiçbir sözcük yoktur. Sanırım söyleşide sizden sivil
arkadaşlar da vardı. Üstelik konuşmam ve bana yöneltilen sorulara verdiğim
cevaplar dernek arşivi için banda alındı. Bantları isteyip dinleyebilirsiniz.
- Saat kaçla kaç arası dernekteydin?
- Beş ile altı arası kitaplarımı imzaladım. Altıda söyleşim başladı, yedi
buçukta bitecekti, ama sorular yüzünden sekiz buçuğa kadar uzadı.
- Sonra?
- Dokuz gibi eve döndüm, biraz geçiyordu sanırım.
- Alkol aldın mı ?
- Dernekte mi? Yalnızca bir bardak bira içtim. Çoğunlukla eve araba
kullanarak döndüğümden dışarıda pek içmiyorum.
- Evde yalnız miydin ?
- Evet, dokuz aydır yalnız yaşıyorum. Kimi zaman arkadaşlar...
- Dernekten ayrıldıktan sonra neler yaptın?
- Özel bir şey yapmadım, Ediz'le arabaya atlayıp eve geldik. Apartmanın
arkasında park yeri var, oraya park ettim. Hatta park ederken kapıcı pencereye
çıktı. Ona her zamanki gibi arabama göz kulak olmasını söyledim. Park yeri pek
ışık almıyor, bu yüzden sık sık oradaki arabaların teypleri çalmıyor. Gerçi
benim arabaya hiç...
- Ediz kim?
- Arkadaşım. Ediz Saraç, Çınar Kitabevi'nin yöneticisidir.
- Yalnız olduğunu söylemiştin?
- Aynı binada kalıyoruz. Asansörün kapısında ayrıldık. O hep yürüyerek
çıkar, kapalı yer korkusu var. Bir kat üstümde kalıyor.
- Sonra?
-Evdeydim. Sabah beşe kadar bilgisayar başında oturdum. Yeni kitabımla
cebelleşiyorum. Sonra yatıp uyudum.
- Gece evden ayrıldın mı?
- Hayır komiserim.
- Boşandığın karın dün akşam öldürüldü. Onu sen mi öldürdün?
Bütün dikkatiyle bana bakıyor. Bir yığın zanlıya bunu yapıyor olmalı. Adalet
sonradan ne karar verirse versin, can alıcı soruyu sorduğunda aldığı tepkilere
göre kendi kararını verecek. Kuşkusuz; "Suçsuzdu o, boşu boşuna yaktılar" ya da
"Onun yaptığını biliyorum, ama mahkeme bıraktı" diye anlatabileceği pek çok
öyküsü vardır. Bana Gülden'in nasıl öldürüldüğünü, cesedinin nerede bulunduğunu
söylemiyor, yalnızca öldürüp öldürmediğimi soruyor. Ciddi bir durumla karşı
karşıyayım. Sorgu süresince rahat etmek istiyorsam, hakkımda karar verebilmesine
yardımcı olmalıyım. O bütün dikkatiyle bana bakarken, ben de ona şaşkınlıkla,
üzüntüyle, merakla bakıyorum.
- Gülden öldürüldü mü? Nasıl?
- Onu sen mi öldürdün?
- Hayır. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Beni ilgilendirmiyor artık.
- Muğla'ya tayin olduğunu ve taşındığını bilmiyor musun ?
- Biliyorum, bunu duydum, şu an bilmiyorum demek istedim.
- Onu en son ne zaman gördün?
- İki ay önce evde kalan kimi eşyalarını almaya gelmişti. Kapıdan görüştük.
- İçeri girmedi mi?
- Hayır. Onu evime almıyorum, hatta konuşmuyorum. Kapıda bekleyip eşyalarını
aldı ve gitti.
- Neden konuşmuyorsun?
Başımı öne eğiyorum. Bu soruyu, ona bir nefretim olup olmadığını anlamak
için soruyor. Onu bir zamanlar seviyor olduğumu ama kırıldığımı düşünmesi gerek.
Bana tuzaklı sorular yönelttiğini düşünüyor, ama benim Gülden'den söz ederken,
sanki o yaşıyormuş gibi konuştuğumun, üstelik buna kendisinin de ayak
uydurduğunun farkında değil.
- Gülden'in toplumsal değerlere ve ailenin kutsallığına yakışmayacak
inançları vardı, daha doğrusu varmış. Son zamanlarda bana ters gelen bu
inançları davranışlarına da yansıdığında onun ne kadar ahlaksız olduğunu
öğrenebildim. Kocası olarak onurumu nasıl kırdığını bilemezsiniz, bu yüzden
ayrıldık. Onu öldürecek olsaydım bir yıl önce öldürürdüm, ama şimdi neden
öldüreyim? Boşandıktan sonra geçen sekiz ay içinde nasıl yaşadığım tahmin
edebiliyorum. Su testisi su yolunda kırılmış. Onun bana yaptıklarını her erkek
kaldıramaz. Benden kuşkulanmanız çok anlamsız, kimbilir yaşamına bu süre içinde
kimler girip çıktı?
- Ailesi senden şikâyetçi olmuş. Senin öldürdüğünü söylemişler.
- Bildiğim kadarıyla ailesiyle görüşmüyordu. Bu yüzden Denizli'den ayrıldı.
Ailesi Gülden'in bana neler yaptıklarını biliyor, ama boşandıktan sonra onun
nasıl yaşadığını bilmiyorlar. Sanırım bu nedenle benden şüphelenmişlerdir.
- Peki arkadaşım. İfadeni yazalım. Yarın dosyanı savcılığa gönderinceye dek
misafirimiz olacaksın.
- Nasıl öldürülmüş?
- Olay bizim bölgemizde değil. Muğla'dan, seni alıp dün akşam nerede
olduğunu soruşturmamızı istediler. Söylediklerine göre açık bir şekilde
intiharmış, fakat ailesi senden şikâyetçi olmuş.
- İntihar mı etmiş ?
- Evet. Kendini yedinci kattan atmış.
Öne doğru eğiliyorum. Dirseklerimi dizlerime dayayıp yüzümü tutuyorum.
Gözlerim yaşarıyor. Rol değil -bunu yapabilirim-, gerçekten ağlıyorum. Neden
ağladığımı da biliyorum; ilk defa bilgi verdi, demek ki bana inanıyor. Bu büyük
bir rahatlık ve boşalma sağlıyor. Ama o böyle düşünmüyor. Gülden'in kendisini
öldürmüş olmasının, bir başkasının Gülden'i öldürmesine kıyasla beni daha çok
yaraladığını ve bu yüzden ağladığımı sanıyor. Sevecenlikle sırtıma birkaç kez
vuruyor.
- Boş ver arkadaşım.
- Onu bir başkası öldürse bu kadar üzülmezdim.
- Neden?
- Bu kadar çaresiz olduğunu bilmiyordum. Birlikte yaşadığımız ev de yedinci
kattaydı.
Üzünçle başını sallıyor, "Öldürülseydi bunun bir suçlusu olurdu ve
öldürülmesi en son beni ilgilendirirdi. Ama o kendim öldürmüş; belki de
öncelikle beni ilgilendiren bir durum bu, kendini öldürmüş olduğu için ben de
suçluyum" demek istediğimi anlıyor. Daktiloya dönüyor. Her cümlede benim de
görüşümü alarak ifadeyi tamamlıyor. Gösterdiği yeri imzalıyorum. Akif'i
çağırıyor. Hazırladığı sevk kâğıdını uzatıp doktor raporu için hastaneye
götürülmemi istiyor. Birlikte çıkıyoruz. Garajdaki sivil araçlardan birine
binerken arabamın bıraktığım yerde olmadığını görüyorum, karşı tarafa park
etmişler. Park yeri epeyce boşalmış. Anahtarlarım nerede acaba?
Döndüğümüzde Akif raporu amirine veriyor. Pantolonumun kemerim, cüzdanımı,
sigara paketimi, cep telefonumu ve plastik çakmağımı tutanakla listeleyip teslim
alıyorlar. Arabamın anahtarlarını sorduğumda, anahtarlığı getirip bütün
anahtarları sayarak listeye ekliyorlar. Üzerine bitişik on kutucuk çizilmiş sarı
bir kâğıda her iki elimin de parmak izleri almıyor. Akif'le birlikte zemin
kattaki merdivenden aşağıya iniyoruz. Kapılan demir parmaklıklı, yan yana
hücrelerden birinin kapısını açıyor. İçeri giriyorum. Kapıyı kilitleyip gidiyor
ama biraz sonra geri gelecek; bana, içini kontrol etmek koşuluyla -bunu ben
istedim, ama istemesem de yapacağını biliyorum- arabadaki çantamı getirecek.
Hücrenin dibinde oturabileceğim bir bank var, şu parklarda kullanılanlardan.
Koridordaki cılız ampulün sarı ışığı hücrenin yan duvarını aydınlatıyor. Altı ay
önce de bu hücrede kalmıştım. Oturup, üzerine parmaklığın gölgesi düşen tanıdık
duvara bakıyorum. Duvardan yansıyan sarı ışık gözümü alıyor. Gözlerimdeki
kamaşma ve dalgınlığım geçtikten çok sonra duvardaki düzensiz badana izlerine
takıldığımı fark ediyorum.
Akif çantamı getiriyor, içinden birkaç boş teksir kâğıdı ve ucu açılmamış
bir kurşunkalem çıkarıyorum, bir de içinde "Önceki Mektuplar" bölümü olan
dosyayı. Hücre yazabileceğim kadar aydınlık. Bir öykü yazabilirim şimdi, bu
sıkıntımı hafifletir. Bir hücrede, kimseyle ilişkisi olmadan yaşayan birini
düşleyebilirim.
Çantamdan gümüş renkli dolmakalemi çıkarıyorum. Kapağını açıp içindeki küçük
ama sağlam çakıyla kurşunkalemin ucunu sivriltiyorum. Kâğıtları dosyanın üstüne,
dosyayı da dizime koyup hücreye girdiğimden beri aklımda olan cümleyi yazıyorum.
"Gülden Kale'yi çok sonra fark ettim."
III
Düştü
Hücre kapısının alt kısmına kovanın geçebileceği büyüklükte küçük bir kapı
daha yapmışlar. Ana kapı hiçbir zaman açılmıyor. Küçük kapı günde iki defa
açılıyor. Gün doğduktan epey sonra, sık yıkanmadığı kenarlarındaki kurumuş yemek
artıklarından belli olan derin metal tabaklarda, malzemesini hiçbir zaman
bilemediğim ve çoğunlukla bir öncekine hiç benzemeyen lapaya benzer soğuk çorba
veriyorlar. Çorbanın üstüne koydukları kaşık ve küçük bir parça ekmek -nadiren
taze- batmadan durabiliyor. Küçük kapı açıldığında tası alıp kerevetin üstüne
koyuyorum ve acele ederek kovayla bir önceki günden kalma yemek tabağını
çıkarıyorum. Acele etmezsem kapı kapanıyor ve kova ertesi güne dek değişmiyor.
Görevli tabağı alıp arabanın alt tarafına atarken elim kova kapağının üstünde
bekliyorum, kovayı alacakken kapağını açmam gerekiyor. Yalnız ayaklarını
görebildiğim görevli kovayı alıp tekerlekleri küçük ama kendisi büyük bir el
arabasının üstünde duran varillerden birine döküyor, sonra diğer varilden
maşrapayla kovaya su döküp çalkalıyor ve içindeki suyu tekrar ilk varile
döküyor. Sonunda kovaya bir maşrapa su koyup kapı önüne bırakıyor. Kovayı alıp
hemen sürahiyi uzatmam gerekiyor, geç kalırsam kapı kapanıyor ve hem kovasız hem
susuz kalıyorum. İçtiğim suyu da kovaya koydukları suyun bulunduğu varilden
dolduruyorlar. Gün sonuna doğru küçük kapı tekrar açılıyor, sabahki tabağı ve
kaşığı alıp benzer bir tabağın içinde bu kez gerçek bir çorbaya benzeyen sebze
yemeği, kaşık ve ekmek veriyorlar. Sürahiyi uzatırsam kimi zaman doldurma
inceliği gösteriyorlar. Kapının yüz hizasına gelen bölümünde alttaki küçük kapı
gibi ancak dışarıdan açılabilen küçük bir kapak var. Kimi zaman -asla periyodik
değil ama yalnızca hava karardıktan sonra- bir gardiyan kapağı açıp üstüme fener
tutarak bana bakıyor, sonra tekrar kapatıyor.
Kapının karşısına gelen küçük duvarın üst tarafında, hemen hemen bir karış
yüksekliğinde, beş parmak eninde, pencere olarak düşünülmüş bir delik var.
Ranzanın üstüne çıkıp zıplasam bile dışarıyı göremeyeceğim denli yüksekte, ama
öğleden sonra delikten bir süre güneşi görebiliyorum. Işık önce yere vuruyor,
yükselip hücre kapısına tırmanıyor ve tavana yaklaştığında kayboluyor. Hücre
kapısında, yetişemeyeceğim kadar yükselene dek yüzümü, kollarımı olabildiğince
güneşte tutmaya çalışıyorum. Havalar soğudukça ışık her gün biraz daha karşı
duvara daha yakın düşüyor yere; bir süre sonra yalnız karşı duvarda belirip kısa
bir süre sonra kaybolacak. Kapı ve karşı duvar arası altı adım; her gün kapı ve
duvar arasında düzenli olarak yürümeye çalışıyorum. Kimi zaman kerevetle duvar
arasındaki dar boşlukta çeşitli hareketleri yapabilecek gücüm oluyor, ama bunu
alışkanlığa dönüştüremeyecek denli zayıfım.
Bu koridordaki hücrelerde üç kişi olduğumuzu sanıyorum, yemek dağıtımı
sırasında benimkinden başka iki kapı daha açılıyor. Görevliler asla
konuşmuyorlar. Üç günde bir, soğuk su dolu bir kovayla sabun veriyorlar, kapı
dibinde, mümkün olduğunca yere sıçratmadan -rutubet yapıyor- kirli suyu hacet
kovamın içine dökmeye çalışarak kafamı yıkıyorum, bezi köpürterek bedenimi
siliyorum. Onar gün arayla bir berber küçük kapı içinde tuttuğum başımı
-sakallarım da dahil- sıfır numara makineyle içeriye girmeden ve hiç konuşmadan
tıraş ediyor. Tıraş sırasında başımı dışarı çıkarmam ve berbere bakmam yasak,
kıllar başımın altında tuttuğum pis kokulu kovaya dökülüyor. Koltukaltımdaki ve
edep yerlerimdeki kıllarım uzadığında terlemeye çalışarak yoluyorum, terli
olduğumda daha kolay yolunuyor.
Duvar boyunca kimi ince, kimi kalın hatlarla üzerinde epey çalışılmış
figürler var; hiyeroglif gibi ayrıntılarından ya da ardışık işaretlerinden
öyküler çıkarılabilecek imgeler dizileri. Art arda bakarsanız başka anlamlar
çıkarabilir, yukarıdan aşağıya farklı bir öykü yaratabilirsiniz. Önceleri
birbirinden bağımsız olaylar, karakterler ve mekânlar üretiyordum. Sonra kimi
figürlerden bir öykü çıkarmayı başardım.
Öykü, sol üstte tartışılmayacak denli belirgin bir gül figürüyle başlıyor,
gülün sağında bir kale (ya da burç) figürüyle devam ediyor. Gülün hemen altında,
sağ alttaki imzaya benzeyen, ama daha küçük olduğu için pek anlaşılamayan kafes
küre var. Sonra üçü gösteren bir saat, boşlukta yüzen denizsiz bir gemi, iki
yapraklı elma, ne olduğu anlaşılsın diye doruğunda kar çizgileri bulunan bir
dağ, el ele tutuşmuş iki çocuk, kibrit çöpünden yapılmışa benzeyen ve yönü
değişebilen bir ev, güneş, balık, iri göğüslü, yönü erkeğine dönük bir kadın,
dallara sarılmış yılan, ancak alevlerine bakıldığında, yanındakilerin su, hava
ve toprak olduğu anlaşılabilen ateş, belki de hilal olarak çizilmese ay olduğu
anlaşılamayacak otuz sayısı, oku duvarın diğer ucunda duran bir yay, içindeki
mektubu saklayan bir zarf, kanatlan açık melek, kalem olduğu belirgin bir tüy,
takımyıldızlar, kuş, at, yalnız bir ağaç, bıçak, akrep, kafasında tüylü bir zırh
bulunan savaşçı, kaplan ve daha birçok figür duvar boyunca yana ve aşağıya doğru
sıralanıyor. Öyküye dilediğim yerinden başlayabilirim. Neresinden başlarsam
başlayayım hep aynı anı anlatacağımı, figürleri nasıl tanımlarsam tanımlayayım
hep aynı öyküyü düşleyeceğimi biliyorum. Bunun için kerevete uzanıp gözlerimi
kapatıyorum. Açtığımda gözüme ilk çarpan figürle başlamak hoşuma gidiyor.
Diyelim ki ilk, iki ayağı üzerinde şaha kalkmış kızgın boğa figürünü gördüm.
Daha önce onu, yarandaki üç dilli mızrak nedeniyle iblis olarak tanımlamış
olmama aldırmadan öyküye başlıyorum.
Boğanın, sağındaki altı kollu adam (altı sayısı ya da Buda) fi-gürüyle ve
onun sağ üstündeki nehirle birleştirilmesi Satapatha'yı, Brahma'yı,
Mahabharata'yı, Manu ve Rishiz'i, Vişnu'yu, Ganj'ı ve kalpa yılını akla
getiriyor. Buda, sağdan sola okunduğunda "Serendib" sözcüğünün son şekli olarak
yerini almış. Altı kollu adam şeklinin altındaki iki çocuk (Mısır'ın iki kardeşi
Anup ve Bata, Habil ve Kabil ya da Sam ve Yafet de olabilir) şekli, dağ (Nisir,
Gordiyen, Nizar, Himayat, Cudi ya da Parnassos) ve akrep şekilleriyle Roma
rakamıyla yazılmış iki sayısına bağlanıyor.
Bütün bu simgelere art arda baktığımda öykü anını görebiliyorum; ikizlerin
(yalnızca Kastor ve Polluks'un) altıncı kadirde göründüğü o kısacık anı, 6
haziran günü, saat 6'yı; üstünde bir akrep olan Tagut'un, Baal-zebub'un ya da en
bilinen adıyla iblisin zamanını.
Serendib'den yazılmış, Âdem'in mektubunda anlatılan bir öykü bu; ruhu
karmanda olgunlaşmış Adam Kadmon'un öyküsü. Epimeteus ile Pandora'nın, Urstier
ile Gayomard'ın, Törüngey ile Eje'nin, Embla ile Ask'ın, Ying-yi ile H-moi'nin,
Su ile Tefret'in öyküsü.
Öyküyü kim mi anlatıyor?
Rin-ta-riod-gar, Hepat ya da Atman, ne önemi var?
IV
"ölüme çok yakın hissediyorum. Komik olan ne biliyor musun ? Buna rağmen
olmadık şeyler düşünüyorum. Saçlarımı boyamak, kulağıma bir delik daha açmak ya
da yeni giysiler almak gibi.
Bir tabancayla çok kolay olurdu intihar etmek. Düşünecek, pişman olacak,
geri, dönecek zamanın kalmazdı. İlaç ya da jilet, dikkat çekmeye çalışıyorum,
ilgi istiyorum demek zaten. Bunu hiç kimseye ulaşamayacağın bir yerde yapmazsan
geri dönecek bol bol vaktin var.
Ya kendini asan biri... İp boynunu sıktığında ölene kadar neler düşünür?
İpin kopmasını, tavanın çökmesini ister mi ?
Ya da kendini yüksek bir yerden atan biri düştüğü o birkaç saniyede neler
hisseder? Pişman olur mu, geri dönmeyi, bir yerlere tutunabilmeyi ister mi ?
Belki ölmeliyim. Belki sana yeniden kavuşabileceğime dair umut taşıyan tüm
gemileri yakmalıyım. Kendimi asla bağışlamayacağım şeyler yapmalıyım ki senin de
beni bağışlamayacağından emin olabileyim. Günaha batmalıyım, hatalar yapmalıyım,
belki tanımadığım o kadına tamamen teslim etmeliyim bedenimi, onu çağırıp o
olmalıyım belki.
Artık hiçbir şeyi kayıp olarak görmüyorum; yaşam dahil. Bir yandan böyle
hissederken diğer yandan benim gibi birinin nasıl olup da halen intihar
etmediğine şaşırıyorum.
Terastayım. Çırılçıplak, şehre karşı şarap içiyorum.
Şarap. Birlikte en çok içtiğimiz içki. Şimdi kendimi bu halde bıraksam
boşluğa, bedenimi bahçede çırılçıplak bulsalar sabah. Anneler beni görmemeleri
için çocuklarının gözlerini kapatsa.
Bahçenin çimleri sokak lambasının ışığında nasıl da parlıyor, beni nasıl da
çağırıyor. Hoşça kal,"
Başımı öne eğiyorum. Komiser kâğıdı elimden alıp tekrar masaya koyuyor.
"Çayını soğutma" diyor. Bana yazılmış olduğunu tahmin ediyor olmalı. Sorularım
sorarken dik dik gözlerime bakıyor. Bir süre bekleyip elimle gözlerimi
ovuşturduktan sonra çayın şekerlerini içine atıyorum. "Birden karar vermiş"
diyor sonra, "Mektuptan anlaşılıyor. Bir anda cinnet gelmiş, pişmanlık duygusu
cinnete dönüşmüş." Sanki aklında başka bir şey var da söylememek için kendisini
zor tutuyormuş gibi bir hali var. Bir şey söylemeye, herhangi bir tepki vermeye
korkuyorum. "Zaten insanın kendini öldürmesi çok zordur, cinnet gerektirir. Yazı
ona mı ait?" Gözlerim buğulu başımı sallıyorum. "Dün arabanın yağını
değiştirmişsin." Başımı kaldırıp dalgın dalgın duvara bakıyorum. "Evet, dün
işyerinin bakımhanesindeki çocuklara söylemiştim. Değiştirmiş olmalılar."
Çekmecesinden iskambil kartı büyüklüğünde bir kâğıt çıkarıyor.
- Bunu arabanda bulduk. Güneşliğin arkasındaki cepteydi. Yağ kontrol kartı.
Üzerinde senin arabanın plakası yazıyor.
- Evet. Her periyodik balamda yenisini koyarlar.
- Hayvan oğlu hayvan! Sana dün evden ayrılıp ayrılmadığını sordum. Sen de
bana, ayrılmadığını söyledin.
Ayağa kalkmış, üzerime eğilmiş, gözlerini mümkün olduğunca gözlerime
yaklaştırmış durumda. Bağırırken ağzından saçılan tükürükler yüzüme geliyor.
Olabildiğince büzülmüş olduğumu fark ediyorum.
- Burada arabanın kilometresi kırk bin yazıyor. Dünden beri dört yüz elli
kilometreyi nerede yaptın?
- Sakin olun komiserim.
Sağ eliyle elinden geldiğince güçlü bir tokat savuruyor. Başım yana
savrulurken Akif'in bize baktığını ama kayıtsızca çayını yudumladığım görüyorum.
Komiser, neredeyse fısıltı gibi çıkan sesime inat bağırıyor.
- Cevap ver itoğluit!
Burnum akıyor, umarım kan değildir. Yanağımı tutuyorum, ateş gibi yanıyor.
Büzüldüğüm sandalyede doğrulmaya çalışıyorum. Ben doğruldukça o geriliyor.
Burnumu çekerek ağlamaklı sesimi biraz yükseltiyorum.
- Bana dün gece nerede olduğumu sorduğunuzda, ben dernekteki konuşmam
nedeniyle burada olduğumu sanıyordum. Geberip giderken arkasında mektup da
bırakmış bir belanın ayağıma dolanacağından habersizdim. Gidip onu öldürdüm, bu
mektubu da ben yazdım öyle mi?
Elimin tersiyle burnumu silip bakıyorum, iyi, kan yok. İki elini birden bana
uzatıyor, kolumla yüzümü korumaya çalışıyorum, boynumu sıkıyor.
- Sana dün gece neredeydin diyorum yavşak! Cevap ver!
Bana inandığı için sinirleniyor galiba. Onu kandırdığım, daha doğrusu
kandırmayı başardığım için, bunca yıllık deneyimlerine olan inançları sarsılmış
olabilir. Ona, "Sakin olun" dememeliydim.
- Kuşadası'ndaydım.
- Kuşadası'nda miydin? Niye gittin Kuşadası'na?
- Komiserim, size doğruyu söylüyorum. Şimdi size, orada annemlerin evi var
diyebilirim, ama annemlere gitmedim. Kontrol edebilirsiniz, şu anda oradalar.
Bir arkadaşımı görmeye gittim. Gece onunlaydım, sabaha karşı geriye döndüm.
- Arkadaşın kim ?
- İfade vermesi gerekiyor mu? Ailesi şehrin tanınan ailelerinden.
İlişkimizden haberleri yok. Duyulursa çok üzülürler.
- Sen bilirsin. Bak söylüyorum, kendini yakacaksın.
- Komiserim, dernekten döndüğümde gerçekten evden çıkmayı düşünmüyordum. Ama
arkadaşım telefon etti ve beni görmek istediğini söyledi, iki kadeh şarap
içmiştim, bu yüzden tamam demeden önce biraz nazlandım hatta. Ona doğru arabaya
atlayıp yola çıktım. Ha, bir de Sarayköy'den benzin aldım. Kredi kartımın
ekstresine bakabilirsiniz. Muğla'ya gidecek olsam neden Sarayköy'den benzin
alayım?
- Bakarız. Kart numaranı ver.
- Ezberimde yok. Cüzdanımda...
- Akif, arkadaşın eşya torbasını getiriver. Sonra ne yaptın?
- Yarımda arkadaşımın yanındaydım. Evlerinin yan sokağına park edip telefon
ettim. Ailesi ön bahçede oturuyormuş. Onlara hissettirmeden arka bahçenin
duvarından atladım. Arkadaşım beni karşıladı, birlikte odasına çıktık. Gece iki
buçukta sessizce evden çıktım, Denizli'ye döndüm.
Akif elinde siyah bir poşetle odaya giriyor. İçinden cüzdanımı çıkarıp bana
veriyor. Kart numaramı söylüyorum, komiser not alıyor. Sigara içip içemeyeceğimi
soruyorum. Ses çıkarmıyor. Poşetten sigara paketimi ve çakmağımı alıp birer
sigara da onlara ikram ediyorum.
- Bak arkadaşım. Bize yalan ifade verdin, ama mazeretini anlıyorum. Şu
arkadaşının adını ver. Ben de önceki ifadeni yırtıp tek ifaden buymuş gibi
yeniden yazayım. Yalan söylediğini görmezden geleyim. Ama senin için bütün
bunları bile bile, "Bütün gece evdeydi" yazamam. Anlıyor musun?
Öne doğru eğilip dirseklerimi dizlerime dayıyorum. Sigarayı özlemişim. Bir
süre bekleyip Filiz'in adını veriyorum. Ona ulaşabileceği bir telefon numarası
istiyor. Cep telefonumda kayıtlı olduğunu söylüyorum. Akif poşetten telefonumu
çıkarıp bana veriyor. Açıp şifreyi giriyorum. Telefon şebekeyi ararken kayıtlı
numaralar mönüsünü açıp Filiz'in numarasını söylüyorum. Telefonu kapatıp Akif'e
vermeden önce, bana ulaşmak için telefonumun açılmasını bekleyen "GALİBA
ANLADIM. Filiz" mesajını silecek kadar zamanım oluyor.
Komiser ifademi değiştirmek için daktiloya kâğıt takarken, kaşıyla dolu çay
bardağım gösteriyor. Soğumuş ama yine de içiyorum, ifadeyi imzaladıktan sonra
Akif beni hücreye götürmek için kalkıyor. Kapıdan çıkarken komisere dönüp, "Bir
şey daha var, sonra başıma bela olmasın" diyorum. Başını Filiz'in telefonunun
yazılı olduğu kâğıttan kaldırıp neredeyse yüzü aydınlanarak bana bakıyor. Ben
çıkar çıkmaz Filiz'i arayacağına eminim.
- Altı ay önce yine buraya gelmiştim.
- Ne için?
- Gülden beni şikâyet etmişti. Bunun için ifade vermeye gelmiştim.
- Ne diye şikâyet etmişti ?
- Onu dövdüğümü iddia etmişti.
- Eee?
- Dövmemiştim.
Gözleri dalmış gibi bana bakarak başını sallıyor. Artık hakkımda bir karar
vermiş olmalı. Odadan çıkıyorum.
Akif hücre kapısını kilitlerken, ardında bir mektup bırakmış ve intihar
ettiği neredeyse kesin olan biri için bu denli üstüme gelmelerinin nedenini
soruyorum ona. Bilmediğini, ancak ölenin ailesinden birinin oldukça güçlü
tanıdıkları olduğunu sandığını, çünkü Muğla'daki savcının bu dosyaya özel bir
önem gösterdiğini söylüyor. Sırf bu dosya için Denizli'ye gelip buradaki
savcının yardımını istemiş. Kendilerine kalsa beni burada bile tutmazlarmış.
Üstelik canı sıkılan sadece ben değilmişim; Fatih Kaftan ve soyadını
anımsayamadığı Hasan adlı iki kişinin daha aynı nedenle şu anda İstanbul'da
sorgulandıklarını bildiğini ekliyor. Belki bir şey söylerim diye bir süre
kapının önünde bekliyor. Bütün gün çalışmıştı, şimdi neden burada? Geriye dönüp
banka doğru yürümeye başladığımda koridorda uzaklaşan ayak seslerini duyuyorum.
Kuşkucu olduğumu söyleyenler haklı sanırım, tatildeki bir arkadaşının nöbetini
tutuyor olabilir.
Banka oturup orada bıraktığım çantamdan kâğıt kalem çıkarıyorum, bir de
kâğıtların altına koyabileceğim bir dosya. "Mutlu Günlerinde" taslaklarının
olduğu dosya bu. Onlara hissettirmeden pantolon cebime sıkıştırdığım, belki de
almama göz yumdukları paketi çıkarıp bir sigara yakıyorum.
Mutlu günlerinde
Ay'a...
VI
Beni hücreden çıkaran polis, ifademin alındığı odaya girmeden önce eliyle
durmamı işaret ediyor, içeriyi görmüyorum, ama bu sinirli ses ifademi alan
komisere ait değil. Bu kadar bağırmaya karşı başka ses duyulmadığına göre
telefonla konuşuyor olmalı.
- Bize ne kardeşim Muğla istediyse... Kendin diyorsun intiharmış diye... Bu
yüzden içerde adam tutulur mu? Hakkında şikâyet varsa ifadesini al, bırak...
Valla müdür beye anlatırsın, biraz önce telefon etti gönderin diye... Vali bile
adama kitap imzalatmış Süleyman... Evet... Daha önce bir gece burada kalmış,
gazetede yazmadığını bırakmamış... Vali, müdür beyi aramış o zaman... Bir de
tokat atmışsın üstelik... Yaa savcı mavcı, sen ifadesini al, gönder. Bırak o
dövsün dövecekse... Dövmez tabiî, vereceği de takipsizlik zaten, ne yapacak?
Polis konuşmanın benle ilgili olduğundan habersiz içeriye girebilmek için
telefonun kapanmasını bekliyor. Kapının yanındaki aynada yüzüme bakıyorum;
gözlerimin altı şişmiş, çizgiler derinleşmiş ama sakallarım pek uzamamış.
- Kız ifadesini imzaladı... "Birlikteydik, Kuşadası'na geldi" diyor... Evet,
babasıyla geldi, adam çok sinirliydi... İnşallah başın ağrımaz Süleyman, o herif
pisliğin tekidir... Oldu bakalım, uyuyabilirsen uyu şimdi... Evet... Ne?
Tutanaklı eşyalarını mı verdin? Sadece anahtarları mı? Geri getirdi mi? Hepsi
tamam mı Süleyman, birazdan adama eşyalarını teslim edeceğim, bana iş çıkarma...
Tamam, tamam...
Polis kapıyı tıklatıp içeriye giriyor. Dur, dediği yerde bekliyorum. Bir
süre fısıldaşıyorlar. Çıkıp "Amirim sizi bekliyor" diyor, elinde bir dosya var.
Giriyorum, konuşmayı duymuş olmamdan sıkılmış olmalı, pencereden dışarıya
bakıyor. Girdiğimi yeni fark etmiş gibi bana dönüp "Adem Karman değil mi?
Dosyanızı savcılığa sevk edeceğiz. Arkadaşımız size refakat edecek" diyor,
içinde eşyalarımın bulunduğu poşeti bana uzatıyor. Teşekkür edip eşyalarımı
alıyorum.
- Aracınız vardı değil mi ?
- Evet, garaja park etmiştim.
-Mümkünse sizin araçla gidin, müsait aracımız yok şu an. Dönüşte
arkadaşımızı bırakırsınız.
- Bırakırım. Tekrar teşekkür ederim.
- Oldu bakalım.
Tokalaşıyoruz. Odadan çıkıyorum. Polisle birlikte garaja gidiyoruz. Arabamın
park edildiği yer yine değişmiş. Biniyoruz. Çalıştırıp motor ısınsın diye bir
süre bekliyorum. Teypteki kaset dikkatimi çekiyor. Teypte hiç kaset bırakmam,
biri arabamda müzik dinlemiş. Garbarek'in Officium'u... Torpido gözünü açıyorum,
diğer kasetlerim bıraktığım gibi duruyor. Kaseti teypten çıkarıp yerine
koyuyorum. Radyonun düğmesine basıyorum, TRT-3'te açılıyor, Bach'ın Brandenburg
Konçertosu. Oysa gelirken yerel bir kanal açıktı, o kanalda kapatmıştım. Hareket
ediyorum. Kanalı değiştirmeyeceğim.
Adliye binasının arkasındaki park yerine giriyoruz. Hızlı adımlarla içeriye
girip üzerinde "Cumhuriyet Başsavcısı" yazan kapıda duruyoruz. Polis üstüne
basma çekidüzen veriyor, beklememi söyleyip dosyayla birlikte içeriye giriyor.
Telefonu açıyorum. Ekranında, sesin kapalı olduğunu gösterir işaret duruyor
hâlâ. Dün masa başına otururken kapatmıştım. Sesi açıp tekrar cebime koyuyorum.
Belim ve sağ bacağım ağrıyor, bankta yatmak sakralizasyonu mu azdırdı
sanırım. Odanın karşısındaki sandalyelerden birine oturuyorum. Telefonumun mesaj
sesiyle neredeyse aynı anda kapı açılıyor. Çıkan kişi savcı değil, polis içeriye
girerken onu masasında görmüştüm. Adam kapıda durup uzun uzun bana bakıyor. Ben
de ona bakıyorum. Elimi telefonu çıkarmak için cebime sokmuştum, ama öylece
kalıyorum. Dönüp içeriye giriyor, kapı kapanıyor.
Telefonu çıkarıp mesajı okuyorum. "UZUN ZAMAN OLDU. Füsun." Filiz sanmıştım.
Babasıyla başı belada olmalı, yoksa mesaj gönderir, mesajın bana ulaştığı onun
telefonunda görünür görünmez arardı. Saat on bire geliyor. Muğla'ya yarın gitsem
daha iyi olacak, sabah erkenden yola çıkarım. "Cevap" tuşuna basıp "18.00"
yazıyorum. Mesaj gidiyor. Bir süre bekliyorum. Ekranda "Mesaj gönderildi. Füsun"
yazısı görününce işyerini arıyorum.
Ellerinde dosyalarla savcının odasına girenler oluyor. Çıkıp karşıdaki,
kapısının üzerinde "Savcılık Kalemi" yazan odaya giriyorlar sonra. Kimileri
durgun ve sessiz, kimileri başlarına gelenleri komik bulduklarından, belki de
öyle algılamak istediklerinden gürültülü seslerle konuşup gülüşüyorlar. Beni
getiren polis bir türlü çıkmak bilmiyor.
- Örnek Tekstil.
- Gülben, Âdem ben. Patron geldi mi?
- Siz miydiniz ? Gelmedi daha. Sizi çok merak ettik. Haber de vermediniz.
- Sorma. Gülden yüzünden başım yine belada. Mahkemeye çıkmam gerekecek
sanırım. Sonra anlatırım. Çarşambaya ancak gelebilirim. Patrona söyle.
Susuyor bir süre, ikimizin de unutmuş gibi göründüğü bir anıyla ilgili bana
söylemek istedikleri var, sanırım fotokopi ya da faks için odasında olan
birilerinin çıkmasını bekliyor. Sesini alçaltıyor.
- Cepten mi arıyorsun ?
- Evet.
- Neden cebimi aramadın?
- Patronla konuşmak istiyordum, bağlarsın diye santralı aradım...
- Ne oldu?
- Uzun hikâye, anlatırını sonra.
- Kapını açacak mısın?
- Suyu taşırmayan gül yaprağı olabilecek misin?
Susuyor. Kapı açılıp beni getiren polis dışarı çıkınca "Mesaj çek bana.
Çarşambaya ancak gelebileceğim, patrona söyle" deyip kapatıyorum.
VII
1988
Canım'a,
Dün gece birlikteydik. Sabahın ilk ışıklarına değin seviştik. Sonra sarılıp
uyuduk. Uyandığımda yoktun; yalnızca düşüncemde vardın ve yüreğimde...
istemediğim, beni hep korkutan bir yalnızlığın içindeydim. Aslında bilincim ilk
uyanmaya başladığından beri yalnız yaşamayı düşledim. Bana ait bir evde
dilediğimce yaşarsam her şeyin daha kolay olacağını düşünürdüm.
Yaşadığım yalnızlık -nasıl anlatsam- korkunç bir boşluk sanki. Yüreğimin her
köşesinde sen varsın ama yetmiyor. Gözlerin yok, bakışarak bir şeyleri anlatmak
yok, soluğun yok, sıcaklığın yok.
Bazen seninle yaşadıklarımızı düşünüyorum. Keşke bir süre -sen dönene dek-
yaşamdan uzaklaşabilseydim. Uzun ve rahat bir uykuya dalabilseydim. Çatışmayan
bir yürek ve beyinle, yaşamayı özlemiş olarak uyansaydım sonra. Sen gelmiş olsan
ve yanında uyansaydım. Ne güzel olurdu.
Tek avuntum, belki de beni çıldırmaktan alıkoyan tek şey döneceğini bilmek,
yaşadığımız her şeyin daha da güzelini yaşayacağımızı bilmek. Karanlık bir
odaya, koyu, kalın perdelerin arasından sızan ışık gibisin. Sen de olmasan,
kavuşmak da olmasa, ışığın da olmasa...
Bana çocukluğunu anlatır mısın?
Canım'a,
Seni görmeyeli cumartesi yedi hafta olacak. Her cuma dolabımdaki kartlardan
birine bir çizgi çekiyorum. Yirmi dört tane olduklarında gelmene bir ay filan
kalacak herhalde. Her ayrılışımızda seni bir öncekinden daha fazla özlüyorum.
Çünkü her gelişinde sana daha yakınım, seni daha iyi tanıyorum ve daha fazla
seviyorum.
Artık dışarı çıkıyorum, ama çoğunlukla postaneye gitmek için. Hatırlıyor
musun, bana bir gün "Daha önce oldu mu ?" diye sormuştun. Olmadı demiştim. Ama
sen yalan olduğunu düşündün. Oldu desem de yalan. Şimdiye kadar ne bedenim ne de
yüreğim sana olduğu kadar yakın olmadı hiç kimseye. Bir de "Onu ilk gören ben
miyim?" diye sormuştun. Evet. Onu ilk gören sensin. Herhalde şimdi anlamışındır
ilk denememin, seninle ilk sevişmemizin binde biri kadar bile olmadığını. Umarım
kızmazsın, "Bunlardan bana ne?" diye. Anlatmak istedim.
Evdeyim çoğunluk, İngilizce çalışıyorum, kitap okuyorum, ev işleri falan.
Müthiş sakar oldum biliyor musun? Bulaşık yıkarken bir seferde dört bardak
kırdığım oluyor. Pazar günü koca bir şişe kolayı tuzla buz ettim. Bunlar hep
senin yüzünden. Cumartesi mektubunu almaya gitmiştim. Açtım yolda, başını okudum
ve eve gelene dek güldüm. Düğme almıştım ördüğüm yelek için, mektubunu okurken
çöpe atmışım. Sonra iki saat para aradım. Yolda düşürdüm diye kendi kendime
kızdım. Sonra aklıma geldi parayla düğme aldığım. İşte böyle, aklımın ortasına
bağdaş kurup oturdun, bir türlü gitmiyorsun. Aman, sakın gitme olur mu? Ne kadar
uykum olsa da bir kere sana takılınca kesinlikle uyuyamıyorum.
Bu mektup artık bitse iyi olacak. Dudaklarından öpüyor ve ısırıyorum. Sen
benimkileri ısırma, morarır.
VIII
"Kale Düştü.
Sahiplendiğim, sığındığım, koruduğum, korunduğum ilk ve son kale fethedildi.
Zaten güldendi; narin, güzel ama zayıftı. Doğrusu onu korumak için çok
çabalamadım, hep onun kendisini koruyabileceğini, koruması gerektiğini düşündüm.
Oysa o çok cazipti, kimbilir ne çok saldırıya göğüs germişti. Şimdi, savaştan
kaçan her komutan gibi, bir daha yurt tutmamaya yemin ederek, kalelerimi yakıp
yurdumu terk ediyorum. Bir göçebe gibi başka kalelerde hırsızlama uyumak, bir
harami gibi gece işgal ettiğim kaleleri, sabah terk etmek istiyorum."
Saat üçe doğru, uzun süre ekrana baktığımda hep olduğu gibi başım dönmeye
başlayınca geriye yaslanıp ellerimle gözlerimi kapatıyorum. Basımdaki ağırlık
hafifleyene dek bekleyip yazdıklarımı okuyorum. Beğenmediğim, bana ait değilmiş
gibi duran bir paragrafı tümüyle silip dosyayı kaydediyorum. Bilgisayarı kapatıp
zil çalana dek gözlerim kapalı uzanıyorum. Kapıyı açmaya giderken setin CD
tuşuna basıyorum. Upuzun boyuyla kapıda duruyor.
- Merhaba.
- Si, hoş geldin, gelsene.
Girebilmesi için yana çekiliyorum. İçeriye girip yaz kış ayağından
çıkarmadığı ve bağcıklarını hiç bağlamadığı botlarıyla antreden odaya bakıyor.
Ona, adının ilk hecesiyle seslenmemden hoşlanır, bana hiç hayır diyemediğini
söylerdi.
- Çok şirin olmuş. Her şey aynı odada.
- Kolay bulabildin mi?
- E yani, şehrin merkezi. Burayı da bulamazsam... Aaa, Piazzolla bu.
Ona sarılıyorum. Öpmek için parmak uçlarımda biraz yükselmem gerekiyor.
Eskiden o da eğilirdi, şimdi geriye çekiliyor. Bana yeniden alışabilmesi,
tedirginliğinin geçmesi için ben de çekiliyorum. Bozulduğumu anlıyor.
- İki arkadaş gibi oturup konuşabileceğimizi düşünüyorum.
- Tabiî ki konuşabiliriz.
- Bir sevgilim var.
- Bilmiyordum. Özür dilerim. Kahve içer misin ?
Girmesi için ona bakarak odaya giriyorum, tavrım onu rahatlatıyor.
Gülümseyerek botlarını çıkarıp odanın ortasına doğru yürüyor. Odaya iyice bakıp
ikili koltuğa oturuyor. Kahve suyunu koyuyorum.
- Kim?
- Kim kim?
- Sevgilin.
Çantasından bir gazete çıkarıyor. Yanına oturmadan önce ev telefonumun
fişini çekip cep telefonumun sesini kapatıyorum. Gazete bugün tarihli, iç
sayfaları açıp bir haber gösteriyor.
- Bak, onlarla ilgili bir haber var. Sabah telefonda söyledi, evden çıkar
çıkmaz gazeteyi aldım.
İzmir'deki bir tiyatro grubunun sahneye koyduğu Hamlet turnesiyle ilgili bir
haber. Kostümlü, kalabalık bir grup fotoğrafı haberin yanına sıkıştırılmış.
Fotoğraftaki birine parmağıyla dokunuyor.
- Selim.
- Tiyatrocu ha?
- Evet. Evlenmeyi düşünüyoruz.
-Harika. Çok sevindim. Dilerim çok mutlu olursunuz... Ben bunu bir daha
yapamayacağım galiba.
- Senin aşkı tanıman, mutlu olman çok zor. Biliyorsun...
- İzmir'de mi yaşıyor?
- Evet. Ayrılık çok zor geliyor, çok az görüşebiliyoruz. Bazen o geliyor,
bazen ben gidiyorum. Arkadaşlarıyla küçük bir evde kalıyor. Aynı şehirde
olduğumuzda bile baş başa kalmamız zor oluyor. Reklam şirketleriyle,
televizyonlarla filan görüşüyor ya bakalım... Kendine bir ev tuttuğunda ben de
okulu bitirmiş olurum... İzmir’de bir iş bulup onun yanına taşınacağım... Sonra
da...
Ona çok yakınım. Sesinin titrediğini fark edip susuyor. Gazeteyi katlayıp
çantasına koyarken elimi uzatıp yüzünü tutuyorum. Bana dönüyor. Kararsız gibi.
Birden uzanıp sarılıyor, öpüşüyoruz. Elini tutup ayağa kalkıyorum. Diğer eliyle
gözlüğünü çıkarıp sehpanın üstüne koyuyor. Elini elimden çekiyor, işaret
parmağındaki, iki düz çizgi motifli gümüş yüzüğü çıkarıp çantasına atıyor. El
ele yatağa giderken kahve suyunun altını kapatıyorum. Yatağın kenarına
oturuyoruz. Üzerinde ne varsa tek tek çıkarıyorum. Çıplak kaldığında kollarını
boynuma dolamak için uzanırken kolundaki saati fark ediyor. Hızla çıkarıp
abajurun arkasına bırakıyor. Ellerini kucağına koyup kafasını önüne eğiyor.
Kötü bir gün geçiriyor. Sırtüstü uzanıyorum, üstüne gidersem kaçacak. Aklıma
ilk birlikte olduğumuz günler geliyor. Neler neler yapardık sevişirken,
birbirimizi yatağa bağlardık, üstümüze krema döküp yalardık, aklımıza gelen her
yerde sevişirdik. Sevişirken attığı çığlıklar, çıkardığı sesler beni delirtirdi.
Her seferinde beklemediğim kadar çabuk boşalırdım, ama onun da iyi olduğunu
bildiğimden rahat olurdum. Şimdi yatağın kenarında sırtı bana dönük oturuyor.
Bir şeyler mırıldanıyor, anlamakta zorlanıyorum.
- İntihar metnini anımsıyor musun?
- Ne?
- Şu Çatalçeşme'de yazdığın metin, intiharla ilgili...
- "Requiem" mi?
- Evet.
- Anımsıyorum. Neden?
- Yatakta yan yana oturunca...
Yan dönüyorum. Arkamı ona dönmüş olmama tepki vereceğini biliyorum. Dolabın
kapısındaki aynadan kafasını hafifçe yana çevirip bana baktığım görüyorum, ama
yine önüne dönüyor. Onunla, Çatalçeşme dergisine gönderdiği elektronik postalar
aracılığıyla tanışmıştım. "Requiem" yayımlandığında benimle tanışmak istediğini
söylediği bir mesaj göndermişti. İlk buluşmamızda bir ara "İntihar düşüncesi hiç
aklımdan çıkmıyor" demişti; bunu, yazılarının konusu çoğunlukla "hüzün" olan bir
yazara hoş görünme çabası sanmıştım. Sonra sık sık görüştük. "Ama seninleyken
mutluyum, ölüm aklıma gelmiyor" dediğinde benden ne istediğim anladım. Ona
sürekli birlikte olamayacağımızı anlattığımda gitti. Kalması mutsuzluğu olurdu.
- Çok küçükken, pencereye oturur sokağa "bakardım. Yoldan geçenlere,
ağaçlara, karşı evlere bakardım. Kediler, köpekler geçerdi yoldan, insanlar
geçerdi. Ağaçlara kuşlar konar, sonra uçarlardı. Bulutlar her zamanki gibi asılı
dururlardı havada. Bakar bakar, bir süre sonra hiç nedensiz hüngür hüngür
ağlamaya başlardım.
- Bir nedeni olmalı.
- Daha dört yaşında bir çocuk neden ölmek istesin?
- Hep aynı değil mi? Hep aynı şekilde orada olmak zorundalar.
Değiştirilemez, karşı koyulamaz biçimde var olmak zorundalar.
Susuyoruz. Yüzüstü dönüp başımı kolumun altına sokuyorum. Gelmesinin de,
böyle çırılçıplak, başı öne eğik, saçları yüzüne düşmüş, elleri kucağında
yatağımın kenarında oturmasının da, aramıza bir duvar koymasının da bir nedeni
olmalı. Ah Si, bu kadar farkında olmasaydım keşke. Oyun bitip büyü bozulunca
yaşamaya geri dönmeyecek misin? Bu oyun tahmin ettiğinden de kısa.
- Onu seviyorum.
- Hayat neden bu kadar karmaşık?
Sesim istediğim etkiyi yaratacak kadar ağlamaklı. Bu kez işe yarıyor.
Sırtıma doğru eğilip "Sen bunun için bana hiç fırsat vermedin" diyor. Ona
dönüyorum, bana çok yakın ama kaçmıyor. Öpüşüyoruz. Dilini ağzıma sokuyor.
Beline sarılıp yatağa çekiyorum. Yatağın ortasındayız, boynunu, kulak memelerini
öpüyorum. Tişörtümü çekip çıkarıyor. sarılıp o uzun kollarıyla boynumdan
çekiyor, uzanacak ve üstüne çıkmamı isteyecek.
Geri çekilip "Arkanı dön" diyorum. Dönüp dizlerinin ve ellerinin üstünde
duruyor. Elimle belini aşağıya bastırıyorum, eğiliyor, dirseklerinin üstünde
duruyor şimdi. "Belini kır biraz. Kalçalarının yukarıya kalkmasını istiyorum."
Dirseklerini indirip başım yastığa bırakıyor, beli içeriye doğru çöküyor.
Kalçaları dışarıya doğru açılıyor. Elleriyle yüzünü örten saçlarını aralayıp
bana bakıyor. "Biraz daha." Yastığı başının altından çekip yüzünü yatağa
yapıştırıyor. Biraz daha büzülüp kalçalarını yukarıya kaldırıyor; dizleri
hafifçe yukarıya kalkmış, bedeni neredeyse ikiye katlanmış halde. Bu kadarı
yeterli sanırım.
Orada, tam karşımda, ulaşılmaz gibi görünen iki tepenin ortasında bir kale
gibi duruyor, gülden bir kale gibi. Bütünüyle savunmasız, bir gül gibi açılmış
onu fethetmemi bekliyor.
IX
Kale Düştü
Keşke Füsun'a bugün için söz vermeseydim. Telefonun fişini takıp kahve
koyuyorum. Hayat neden bu kadar karmaşık ? Şimdi Ediz olsa "Hayat çok basit, onu
biz karmaşık hale getiriyoruz" derdi. Cep telefonumda bir cevapsız arama, bir de
mesaj var. Cevapsız aramaya bakarken ev telefonum çalıyor, her ikisi de Ediz.
- Oğlum, neredesin sen ya? Bir saattir arıyorum.
- Uyuyordum. Telefonları kapatmıştım.
- Beni karakola çağırıyorlar.
- He he, sana "sekiş" satma demiştim.
- Senden güzel yazıyor diye kıskanma oğlum adamı. Bu senle ilgili galiba.
"Bir konuda ifadenize başvuracağız, on nisana kadar gelir misiniz?" diyorlar.
- Anladım, cumartesi gecesiyle ilgili söylediklerimi kontrol edecekler. Eve
senle döndüğümü söylemiştim.
- Ne diyeceğim?
- Oğlum, ne olduysa onu de. İstersen yalancı tanıklık yap, bana âşık
olduğunu, bütün gece benle yattığını söyle.
- Dalga geçme, ben tırsıyorum.
- Neden?
- Karakol filan işte, daha önce de korkmuştum epey.
- Yok oğlum, bir şey olmaz. Git ne olduysa anlat.
- Tamam. Bütün gece senle yattığımı söyleyeceğim.
- Söyleme, o konuda tanığım var.
- Kim?
- Tayyar.
- He he, tamam.
- Hadi görüşürüz.
Telefonu kapatıp, cepteki mesajı açıyorum. "AKLIM GALİP GELDİ. Gülben."
İki ay önce işe girdiğinde benimle ilgilendiğini anlamış ama ilgisiz gibi
davranmıştım. Bir gün patronun odasından çıkmış masasının önünden geçiyorken,
birden dönüp, bir şeyler içip laflayalım bahanesiyle evime çağırdın. Ailesi
yüzünden akşam gelemeyeceğini söyledi. İçki içmiyordu, ama pazar günü kahveye
gelebilirdi.
Geldiğinde kahveleri sehpaya koyup yanına oturdum. Diğerlerine yaptığım
gibi, daha oturur oturmaz ona sarıldım, gözlerine bakıp gülümsedim ve tepki
görmeyince öptüm. Kendini bıraktı, koltuğa uzandık. Boynunu öperken gömleğinin
düğmelerini ve sutyeninin kopçalarını açıp göğüslerini okşadım. Eteğinin
üstünden kalçalarını sıkıyor, dizimle bacak arasına sürtünüyordum.
Gözlerini kapatmış, nefesi sıklaşmıştı. Elimi bacaklarının arasına atar
atmaz doğrulmuş ve kendini çekmişti.
- Hayatında anlamlı bir şey olduğuma emin olmadan yapamam.
- Nasıl anlamlı?
- Daha önce hiç olmadı.
- Hepsi anlamlıydı yani.
- Hayır. Bakireyim.
- Baştan söylesen hiç yeltenmezdim kızım. Seni çağırdığımda ne düşündüğümü
biliyordun.
Elleriyle yüzünü tutup ağlamaya başlamıştı. Sarılmak için uzandım.
Sakınarak, beni durdurmak için bir eliyle kolumu tuttu, vazgeçmiş olduğumu
anlayınca kollarını belime doladı, burnunu çekerek başını omzuma dayadı.
- Suyu taşırmayan gül yaprağını biliyor musun?
- Hayır.
- Eski Çin'de, neredeyse hiç konuşmadan iletişim kuran rahiplerin yaşadığı
manastırlar varmış; empati duygulan o kadar gelişmiş ki çoğunlukla diğerinin bir
şey söylemesine gerek kalmadan ne istediğini ya da ne düşündüğünü bilirlermiş.
Bu manastırlarda eğitim görmeye hak kazanan öğrenciler, gerekli her şeyi
öğrenseler bile empati yeteneklerini geliştirmeden rahip olamazlarmış.
- Neden rahip olmak istiyorlar?
- Anlatacağım. Bu manastırlara girmek oldukça zormuş. Her yıl pirinç
hasadından sonra öğrenci adayları manastıra girebilmek için günlerce kapıda
beklermiş, ama kapı bir türlü açılmazmış. Bir süre sonra beklemekten bıkan
kimileri vazgeçip köyüne dönermiş. Kalıp manastıra girmeyi başaranları başka
zorluklar beklermiş; rahipler ve eski öğrenciler manastırın bütün işlerini yeni
gelenlere yaptırırlar, hem de çok kötü muamele ederlermiş.
- Anlamıyorum, neden ille manastıra girmeye çalışıyorlar?
- İç savaşlar sırasında ve Japonya Çin'i işgal ettiğinde, bütün liderler ve
kahramanlar manastırlarda eğitim gören savaşçılar ya da rahiplerden çıktı.
Sanırım rahipler aynı zamanda zarar görmeden yerel derebeylerine karşı
çıkabiliyorlardı, yani statü sahibiydiler. Bu yüzden, bu kadar zorluğa rağmen
oldukça fazla sayıda kalan oluyormuş. Onları da zorlu bir eğitim süreci
bekletmiş.
- Ne kadar çok şey biliyorsun.
- Bunları çok şey bildiğimi göstermek için anlatmadım, başka bir şey
söylemek istiyorum. Manastıra girmeyi çok isteyen bir çocuk giriş zamanını
kaçırdığından kapıda kalmış, ama yine de umutla kapıda bekliyormuş. Rahipler
çocuğun beklediğini görüyor, fakat girişle ilgili katı kurallar olduğundan
kapıyı açmıyorlarmış. Bir ay sonra beklemekten vazgeçmeyeceğini anlamışlar, ona
acıyıp manastıra girmesinin olanaksız olduğunu bir şekilde göstermeleri
gerektiğini düşünmüşler. Bir rahip kapıya çıkmış, elinde ağzına dek su dolu bir
tas varmış. Çocuk bir süre rahibe baktıktan sonra yerdeki bir gül yaprağını alıp
suyun üstüne koymuş. Rahip saygıyla eğilerek geri çekilmiş ve bütün kuralları
çiğneyerek çocuğun manastıra girmesine izin vermiş.
Uyuyor gibiydi. Uzun süre susunca başını omzumdan kaldırıp gözlerini açtı.
- Eee?
- Bu kadar.
- Rahip çocuğu neden içeriye almış yani?
- Bilmiyorum. Bu hikâyeyi çok seviyorum, paylaşmak istedim. Akıl
erdiremediğim bir basitlik var bu hikâyede. Galiba modern hayatın karmaşası
yüzünden Doğulu mistiklerin basitliklerine akıl erdiremiyorum.
Doğrulup koltuğun öteki ucuna çekildi. Göğüsleri hâlâ açıktaydı. Gözlerini
halının motiflerine dikip bir süre bekledi. Bir sigara yakıp sehpaya döndüm,
kahveden bir yudum aldım. Bulunduğumuz noktadan ne kadar uzaklaşırsa, benim de o
kadar uzaklaşacağımı, arkasından gelmeyeceğimi öğrenmesi gerekiyordu.
- Kendimle o kadar doluyum ki hayatıma giren herkesin beni taşırmayacak bir
gül yaprağı olması gerekiyor.
Kararlılıkla kalktı. Çantasını alıp dolabın önüne gitti. Yatağın kenarına
oturdu, gömleğinin düğmelerini ilikleyip dolap kapısının aynasında saçlarını
taradı. Dudaklarına ruj sürdü. Kapıya giderken ben de kalktım. Ayakkabılarını
giyerken yanında durup elim kapı kolunda, çıkmasını bekledim. Çıkacakken dönüp
bana baktı.
- Gonca bir gülken, gül yaprağı olamam.
- Gül goncası suyu taşırır.
- Sen bilirsin, gidiyorum.
- Kapım sana kapalı artık. Güle güle.
İşyerinde sürekli karşılaşmak ve konuşmak durumundaydık. Kimi kaçamak
bakışlar dışında, sanki sözleşmiş gibi o gün konuştuklarımızdan bir daha söz
etmeyince aramızdaki gerginlik çabuk yumuşadı. Bugün telefonda "Kapını açacak
mısın?" diye sorduğunda, gül yaprağı olmayı kabullendiğini anlamıştım, ama yine
de bana gelmesinin bir zorunluluk olmadığını anlamasını istedim. Akşam gelemez
bu kız. "Cevap" tuşuna basıp "YARIN SAAT ÜÇTE BEKLİYORUM" yazıyorum. Bu iyi, o
saate kadar Muğla'dan dönmüş olurum. Umarım yerine bakacak birini bulup işten
kaçabilir. "Gönder" tuşuna basıyorum, mesaj gidiyor.
Tam altıda, kapının arkasında hazır bekliyorum. Asansör katta durup kapısı
açıldığında ben de kapıyı açıyorum. Koşar adımlarla içeri giriyor, kapatıyorum.
Sarılıp öpüşmeye başlıyoruz. Kapıya doğru itiyorum onu. Boynunu, kulak
memelerini öpüyorum. Kapıya dayandığında eteğini kaldırıp dizimle bacaklarını
aralıyorum. Elimi külotunun içine sokuyorum. "Dur" diyor, "bir nefes alayım."
Elinden tutup ikili koltuğa götürüyorum.
- Bir bardak su verebilir misin?
- Kahve de ister misin? içine biraz brendi koyarım.
- Olur. Fazla olmasın ama.
Kahveleri koltuğun önündeki sehpaya koyup yanına oturuyorum. Bir yudum alıp
geriye yaslanıyor. Eteğini toplayıp koltuğun üstünde bağdaş kuruyor. Sigara
yakıyoruz.
- Çok vaktim yok. Çocuğu anneme bıraktım. Murat iki saate kadar evde olur.
- Bugün erkenci demek.
- Belli olmuyor ki.
- Neden bana geliyorsun?
Bana dönüyor. Şaşkın biraz, fazla kalamayacağını söylediğinde üstüne
çullanmamı bekliyordu.
- Sence neden?
- Bir fikrim yok. Sana sordum.
- Hoşuma gidiyor.
- Bu kadar mı?
- Sana âşığım. Bana gel desen her şeyi bırakır gelirim.
- Bence gelmezsin. Kocana âşık değil misin?
- Onu seviyorum.
- İkisinin arasındaki farkı pek bilmiyorum. Sevmen yeterli değil mi? Neden
bana geliyorsun?
- Ne yapmak istiyorsun sen? istemiyorsan gideyim.
- Git demedim. Sadece merak ediyorum, yüzünü bile görmedim, ama şu anda
senin için, çocuğunuz için çalışıyor olmalı. Size daha iyi bir hayat vermek için
kimi zaman geceyarılarına kadar çalışıyor, ama sen bana geliyorsun.
- Daha ne kadar iyi bir hayat olabilir ki? Benimle hiç ilgilenmiyor. Bana
kadın olduğumu hissettirmiyor.
- Ben hissettiriyorum öyle mi ?
- Bugün acayipsin sen.
- Buraya gel.
Yüzünü elimle tutup kendime doğru çekiyorum. Fincanı sehpaya bırakıp bana
yanaşıyor. Öpüşüyoruz. Elimi gömleğinin içine sokup sutyeninin kopçalarını
açıyorum. Başım koltuğun arkasına yaslıyor. Serbest kalan göğüslerini
avuçluyorum. Belime sarılıp beni açılmış bacaklarının araşma geçmeye zorluyor.
Kendimi geriye çekip "Arkanı dön" diyorum. Sırtını bana dönüyor. "Dizlerin
koltuğun üstünde olsun." Ayaklarını yukarı çekip dizlerinin üstünde duruyor.
Dirseklerini koltuğun kolçağına dayamış, başını geriye çevirmiş bana bakıyor.
Tam arkasında oturuyorum. Eteğini kaldırıp belinin üstüne bırakıyorum. Külotunu
çıkarıyorum. "Belini kır biraz. Kalçalarının yukarıya kalkmasını istiyorum."
Dirseklerini indirip başını kolçağa bırakıyor. Beli içeriye doğru çöküyor.
Kalçaları dışarıya doğru açılıyor. "Biraz daha." Başını kolçaktan çekip koltuğa
indiriyor. Biraz daha büzülüp kalçalarını yukarıya kaldırıyor.
Bu kadarı yeterli sanırım.
Kleptobiyoz
Hasan'a gitmeye karar verdiği günün akşamı, eve geldiğimde halının üstünde
oturuyordu. Üstünde bornozu vardı, başım havluyla sarmıştı. Yere bir gazete
sermiş, bir ayağım gazetenin üstüne koymuştu, titizlikle ayak tırnaklarını
boyuyordu. Yanındaki sehpanın üstünde bir yığın bakım malzemesi vardı; çeşit
çeşit krem, aseton, kolonya, pudra, tonik ve ne olduğunu bilmediğim bir yığın
tüpler, şişeler... Bana şöyle bir bakıp tekrar işine döndü. Odayı geçip salona
girdim. Çantamdan yayınevinin faks numarasının bulunduğu kâğıdı çıkarıp
bilgisayarı açtım. Baskı için istediğim düzeltmeleri yazdım ve faks programım
çalıştırdım. Modemin sesini duymuş, kapıdan merakla bana bakıyordu. Ona bakınca
kapıdan çekildi, sorumu duyunca geri geldi.
- Ne yapmaya karar verdin?
- Birbirimizi görmeye karar verdik. Yarın buluşacağız.
- İstanbul'a mı gideceksin?
- Hayır, Fethiye'de buluşacağız.
- Eşyalarını ne zaman alacaksın?
- Geri geleceğim. Sonra...
- Ne kadar sonra? Bu eve geri gelebileceğini mi sanıyorsun? Hemen evi terk
etmeni istiyorum. Eşyalarım al ve git.
- Bunun için bana bir-bir buçuk ay süre verir misin? Tayin işini halletmem
gerek.
- Hani mahkemeden gün alacaktın?
- Sabah erkenden yola çıkmam gerekiyor. Gelince başvururum.
- Ne zaman geleceksin?
- Pazar günü döneceğim. Üç günlük rapor aldım.
- Bu işi bir an önce bitirelim.
Söyleyecek bir şeyi yoktu, o an tek düşündüğü aşkıydı, aşkına gitmekti.
Kapıdan çekilip yatak odasına ya da banyoya doğru gitti. Faks gitmişti. İçim
eziliyordu, dolapta dünden kalan kraker olduğunu anımsadım. Mutfağa giderken
sesimi yükselterek, günlük olağan bir şey söyler gibi ona seslendim.
- Bugün Özlem beni aradı.
Mutfağın kapısında göründü. Başındaki havluyu çıkarmıştı, elinde bir saç
fırçası vardı.
- Kim Özlem?
- Hasan'ın karısı.
Şaşırmıştı. İlgisizmiş gibi davranıyordum. Krakerden bir parça ağzıma atıp
yanından geçmeye çalıştım. Ona dokunmak istemediğimi anladı ve kenara çekilip
yol verdi. Tekrar salona girip bilgisayarın başına oturdum. Peşimden geldi.
- Telefonunu nereden bulmuş?
- Sanırım pazar günü aradığımda Hasan telefonumu bir kâğıda yazmış. Özlem
Hasan'ın benle konuştuğunu anlamış, ona hissettirmeden telefonumu not etmiş.
- Ne diye arıyor ki seni?
- Ben Hasan'ı neden aradıysam o da aynı nedenle arıyordur herhalde. Pazar
günü de aramıştı beni, çok sıcak, içten birisi. Çabuk kaynaştık, sanırım
bugünlerde beni ziyarete gelecek.
Odadan çıktı. Bilgisayar ekran koruma moduna geçti. Ellerimi klavyenin
üstüne götürdüm, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Birden yüzümü kapatıp ağlamaya
başladım. Parmaklarımın arasından, kapının önünden geçerken ağladığımı fark
ettiğini gördüm. Şaşkınlıkla yanıma geldi, boynuma sarıldı. Başımı göğüslerine
yasladım, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Sonra öpüşmeye başladık. Onu kucaklayıp
salonun ortasındaki yer yatağına götürdüm. Sevişirken, bunca yıllık
alışkanlıklarımızı bir yana bıraktığımızı, iki yabancı gibi birbirimizi
keşfetmeye çalıştığımızı fark ettim, tıpkı ilk günlerdeki gibi. Yıllar boyunca,
birbirimizin en kestirme yoldan nasıl orgazm olacağını deneye yanıla bulmuş, son
yıllarda hep aynı şekilde sevişiyor olmuştuk; ön sevişme -onu ıslatmam
gerekirdi- sonrası bir süre ben üstte olurdum, sonra o üste geçer ve sürtünerek
boşalırdı, o boşaldıktan sonra arkasına geçer ben boşalırdım. İlk kez o akşam
ağzına boşaldım. Bütün spermlerimi yuttu. İçim acıdı, Fatih'in spermlerini de
yutmuş olduğunu düşündüm, yarın Hasan'ınkileri de yutacağını. Arkamı dönüp
uyumaya çalıştım. Saçlarımı okşadı, "Seni seviyorum. Birçok hata yaptığımı
biliyorum, ama gitme dersen gitmem" dedi. Usulca "Git" dedim, "başkasına ait
olduğunu bilmesem seninle sevişemezdim."
Kitabımı basmaya karar veren yayıneviyle sözleşme yapmak için iki günlüğüne
İstanbul'a gitmiş, pazar sabahı dönmüştüm. Uzun süredir yaptığı gibi yine
salonda yatmıştı, kapısı kilitliydi. Duş alıp uyudum. Öğleye doğru onun
gürültüsüyle uyandım, markete alışverişe gidiyordu. Dış kapı kapanınca kalkıp
salona gittim. Nereye gittiğine bakmak için pencereye giderken, kapısı kapalı
olduğu halde Balki'nin kafesinin boş olduğunu gördüm. Kafese yanaştım, boş
yemliğin altında, dışkılarının ve yem kabuklarının içinde yatıyordu.
Yumurtadan burada çıkmıştı, bu evde. ilk annesi gelmişti. Gündüzleri evde
olmuyoruz, yalnız kalıyor diye bir de erkek almıştık sonra. Bir akşam eve folluk
alıp gelmiştim, kafesin yan kapısına takmıştık. 0 güne dek hiç çiftleşmedikleri
halde, annesi folluğun içini epeyce kontrol ettikten sonra erkeğine "olur"
demişti. Beş yumurtası oldu, dört yavru yumurtadan çıkmayı başardı, üçü
yaşamayı. Çok gürültü yapıyorlar diye Balki'yi ayırıp diğerlerini satıcıya
verdik. Annesinden ayrıldığında çok küçüktü, yemlerin kabuklarını kırmayı
beceremiyordu. Kırıp dilimizin ucuyla gagasına uzatıyorduk, yavaş ve temkinli
bir edayla uzanıp dilimizin ucundaki yemi alıyordu. Sanırım bu yüzden bizi hep
annesi, babası sanmıştı. Kapısını açıp elime aldım, öptüm, balkona gidip
çiçekleri kurumuş saksılardan birine gömdüm.
Bilgisayarı açtım. Daha önce de, zaman zaman kıskançlık krizleri geçirmiş,
bilgisayarı allak bullak ettiğim halde hiçbir şey bulamamıştım. Hiçbir şeyin
kaydedilmediği java yazılımım kullanan sohbet programlarına girdiğinden kimlerle
ve neler konuştuğunu bilmiyordum. İlk kez o gün, temporary'de ne olduğunu
bilmediğim kimi kayıtları -bu dosyaları daha önce açmayı denemiş, ama
başaramamıştım- Word belgesi olarak açmayı akıl ettim.
Önce silinmiş elektronik postaların izlerini açtım. Temporary kendisine
ayrılan yer kadar silinmiş olsa da bütün postaların izlerini saklıyordu. Hasan'ı
o zaman tanıdım. Gülden'e iki fotoğrafını göndermişti; biri gençlik
dönemlerinden, diğeri şimdiki zamandan. Gülden de ona bir fotoğrafını göndermeyi
denemiş, ama kimbilir nerede tarattığı fotoğrafı bilgisayar tanımamıştı. Postaya
yine de denediğini yazmış ve jpeg formatında görünen ama olmayan bir dosyanın
adını "Çirkin-Ben" koymuştu. Daha alta, resmini ayrıca kargoyla gönderdiğini not
düşmüştü.
Sonra, cep telefonlarına ücretsiz mesaj gönderen bir internet servisinin
silinmiş kayıtlarını buldum. İlişkilerinin derecesini o zaman anladım. Hasan
evliydi, iki çocuğu vardı, ama mutsuzdu, eşinden ayrılmayı düşünüyordu. Tam bu
sırada Gülden'i tanımıştı. Mesajları ve Hasan'ın cep telefonunu not ettim, hatta
bir süre sonra, elimdekilerle Gülden'i ikna edebileceğimi düşünüp kalanları
açmadım bile. Şimdi anımsamıyorum; belki de neler yaşadıklarım merak edip
hepsini açmışımdır.
Geldiğinde ona hemen evi terk etmesini söyledim. Neden sorusuna karşılık
olarak mesajları gösterdim. Yalnızca "Ben bunları silmiştim" diyebildi.
Şaşkınlığı geçip bütün bunların "oyun" olduğunu söylediğinde, evli bir adamla
nasıl oyun oynadığını sordum. Hasan'ı tanımadan önce onların ayrılmaya karar
verdiklerini, bunda bir etkisinin olmadığını söyledi. "Neden ayrılıyorlarmış?"
sorumu, "Özlem'in Hasan'ı tanımadan önce yaşadığı bir ilişki yüzünden" diye
cevapladı. Karısının, kendisini tanımadan önceki ilişkisini sorgulayan bir
adamla nasıl oyun oynayabildiği ya da nasıl etkilenebildiği soruma pek tatmin
edici cevap veremedi.
Bilgisayarda Hasan'ın yan yana iki fotoğrafı ekranı kaplamış bekliyordu.
Şaşkınlığı geçince açıklamalarının yeterince inandırıcı olmadığını düşünmüş
olmalı ki, Hasan'ın kendisine değer verdiğini, güzel sözler söylediğini ve buna
kapıldığını söyledi. Telefonu alıp Hasan'ın numarasını tuşladım. Nereyi
aradığımı sordu, cevap vermedim. "Ona evli olduğumuzu söyleme, bilmiyor,
yalnızca sekiz yıldır birlikte yaşadığımızı sanıyor" dedi. Numara telefonun
ekranında duruyordu, parmağım "Ara" tuşunun üstünde bekledim. Dini inançları
yoğunmuş, dürüstlüğe çok önem veriyormuş. Ona, önceleri Guldenle Gökova'da
yaşadığımızı, halı işi yaptığımızı, ama Antalya'da bir mağaza daha açtığımdan
Gülden'i yalnız bırakıp Antalya'ya yerleştiğimi anlatmış. Gülden Akyaka'daki
mağazaya bakıyormuş, ama onu arada sırada ancak gördüğümden hayatında hep bir
şeyler eksikmiş. "Yalan söylediğimi anlarsa beni terk eder" dedi.
Hasan'a, daha telefonu açar açmaz Gülden hakkında ne düşündüğünü sordum.
Adımı söylememiş olsam da beni hemen tanıdı; defalarca Gülden'den benimle
konuşmak için telefon numaramı istediği halde alamamıştı. Gülden'i sevdiğini ve
hayatını birleştirmeyi düşündüğünü söyledi. Ona iyi bakıp bakamayacağını sordum.
Daha önce giyim üstüne çalışan bir mağazalar zincirinin kitap koleksiyonunu
yönettiğini, şimdi sahibi olduğu bir dergi aracılığıyla hobi malzemeleri
pazarlaması yaptığını ve bu projeyi şifreli yayın yapan bir şirkete satmaya
çalıştığım anlattı. Gülden'i çok sevdiğimi, aşırı duygusal biri olduğundan onun
incinmesinin beni üzeceğini, hiç istemediğim halde, ekonomik şartlar yüzünden
Antalya'ya yerleşip onu yalnız bırakmak zorunda kaldığımı ve onun benden
soğuduğunu söyledim. Onu hiç yalnız bırakmayacağını ve çok mutlu edeceğim
söyledi. Onu tanıdığım için sevindiğimi, bir an önce Gülden'in hayatının tekrar
düzene girmesi için gereken çabayı göstereceğine inandığımı söyledim. Konuşma
sırasında birkaç kez Gülden'den "eşim" diye söz etmemi garipsediğini söyleyince,
heyecan ve şaşkınlıkla yüzüme bakan Gülden'e karşı alaycı bir ifade takınarak,
"Biz Allah indinde kendimizi evli sayardık, imam nikâhlıydık" dedim, "Ama gönlü
sana düşmüş artık, yapabileceğim tek şey aranızdan çekilmek. Gülden'i boşuyorum;
boş ol, boş ol, boş ol. Allah ikinizin de mutluluğunu daim etsin." Telefonu
kapattıktan sonra evden çıkana dek sesli sesli güldüm. Çıkarken Gülden'e, bir an
önce evden çıkıp gitmesini söylerken hâlâ gülüyordum.
Hava kararana kadar kitabevinde oyalandım, sonra derneğe çıktım. Edebiyat
bölümünde okuyan, Joyce hayranı Kıbrıslı bir kızla tanıştım; adı Aylin'di
sanırım, Dublinliler ve Portre üstüne -Sanatçının Bir Genç Adam Olarak
Portresi'ne kısaca Portre demeye başlamıştık- daha ayrıntılı konuşabilmek için
evine çaya davet etti. Birlikte, karanlık bir ara sokağa park ettiğim arabama
giderken telefonum çaldı, arayan Özlem'di.
Oldukça uzun konuştuk, telefonumun bataryası bitmeseydi daha da
konuşacaktık. Ayrılıyor olsalar bile Hasan'ı hâlâ sevdiğini ve onun mutluluğunu
istediğini, Gülden'in Hasan'ı mutlu edeceği konusunda şüpheleri olduğunu, çünkü
Gülden'in daha önce Fatih adında bir dişçiyle ilişkisi olduğunu bildiğini,
üstelik benimle ilişkisini sürdürdüğü halde Hasanla da gönül ilişkisine
girdiğini, bunları yapabilen birinin Hasan'a acı çektirmesinden korktuğunu
söyledi. Söylediklerine karşı çıktım, "Tanrı biliyor ya Gülden mükemmel ve çok
dürüst biridir. Hasan'ı çok mutlu edeceğinden eminim, ben ona layık değilim"
dedim. Sonra Gülden'in Fatih'le ilişkisi hakkında neler bildiğini sordum.
Fatih'in sohbet odalarında avcılık yapan evli biri olduğunu, gizli ilişkileri
için muayenehanesinin arkasındaki odaya yatak bile koydurduğunu söyledi, sonra
da "Gerçi benim ilişkilere bakış açım böyle değildir, ama Gülden Hasan'a,
Fatih'in âşık rolü yapıp kimi sözler vererek kandırdığı birçok kızı lekelediğini
bildiğini söylemiş, hatta Fatih'in bankada çalışan karısının telefonunu bulmuş
ve kocasının neler yaptığını anlatıp intikam almış" dedi.
Sesi, komik bir televizyon dizisinde, hapisteki kocasını bekleyen aptal ve
çirkin kadın tiplemesi ile tanınmış bir oyuncunun sesine benziyordu. Bir an
arayanın Hasan'ın karısı değil de, parayla tutulmuş üçüncü sınıf bir tiyatro
oyuncusu olduğunu düşündüm; Gülden hakkında bilgi almak için karısı rolüne girip
beni arıyor olabilirdi. Ne olursa olsun çok eğleniyordum. Gülden'in Hasan'a
anlattığı her şeyi nasıl olup da bildiğini sordum, ne de olsa Hasan evlilik dışı
bir ilişki yaşıyordu ve yaptığı her şeyi karısının bilmesi normal değildi.
Hasan'ın çok dürüst biri olduğunu, yaşadığı her şeyi kendisine anlattığını
söyledi. "Bütün bunları bilmek sizi üzüyor olmalı" dedim. Hasan'dan ayrılıyor
olmasının kendisini üzdüğünü, ama hayatın devam ettiğini söyledi; "Biliyor
musunuz Âdem Bey, bugün aynada kendime baktım. Hasan izin vermediği için
evliliğim boyunca hiç giyemediğim mini eteğimi giydim, üstüne de vücudumu
sımsıkı saran bir bluz. Bir de makyaj yaptım ve kendime baktım. Baktım ve dedim
ki, ben gerçekten güzel bir kadınım." Batarya bitmek üzereyken ona, neden yüz
yüze dertleşmediğimizi sordum, bunu düşüneceğini söyledi.
Aylin'den özür dileyip arabaya bindim. Konuşma süresince beni arabada
beklemişti, gülümseyerek önemli olmadığını söyledi. Yüzü bana dönüktü, göz göze
geldik. Eğilip onu öptüm. On yıldır Gülden dışında tanıdığım ilk dudaklardı,
sıcak, ıslak ve tatlı. Tekrar eğildim. Bir süre sonra dudaklarını çekti, "Bir an
önce eve gitsek iyi olacak" dedi. Elimi bacaklarının arasından çekip doğruldum,
arabayı çalıştırdım. O gece onda kaldım. Kısa bir süre sonra, ailesel nedenlerle
okulu bırakıp Kıbrıs'a dönmek zorunda kaldı, ama gidene dek sık sık buluştuk ve
garip bir şekilde ne Dublinliler'den ne de Portre'den bir daha söz etmedik.
Ertesi gün Özlem tekrar aradı. Uzun konuşmanın sonunda bana gelmek
istediğini söyledi, ben de onu heyecanla beklediğimi söyledim. Eve gittiğimde
Gülden bilgisayarın başındaydı, işimin olduğunu söyleyip masadan kalkmasını
istedim. Odadan çıktı. Bir süre porno siteleri dolaşıp resim topladım. Sonra bir
sohbet odasına girdim. Geceyarısından sonra Gülden gelip yanımda durduğunda,
sanki onu fark etmemiş gibi, İstanbul'da özel bir radyoda çalıştığını söyleyen
Honey ile açtığımız odanın penceresini kapat; en son, "Bacaklarını iyice aç,
yalamak istiyorum" yazmıştım. Honey'nin "Bacaklarımı iyice açtım, ellerimle
dudaklarımı araladım" cevabı alt satırda göründü.
- Dilim kıçının deliğinde yuvarlaklar çiziyor tatlım.
- Hazırım aşkım, hadi.
- Şimdi yukarıya çıkıyorum, gül dudaklarını baştan başa yalıyorum.
- Ufff.
- Şimdi dilimi içine sokuyorum. Mımmm, balın çok tatlıymış.
"Hadi artık, deliriyorum, gir içime" yazısı göründüğünde Gülden'e dönüp,
beni yalnız bırakmasını, mastürbasyon yapacağımı söyledim. "İğrençsiniz" diyerek
geri döndü, gidecekken tekrar ekrana bakıp "Senin takma adın ne ?" diye sordu.
"Yavru Guguk Kuşu" dedim. "Dalga mı geçiyorsun, ekranda öyle bir isim görünmüyor
ki?" dedi. Cevap vermeyince yatmaya gitti.
XII
XIII
Mephisto
"Karısı sık sık sorununun
bu olduğunu söylerdi;
acıma yok, empati de."
Ron Goulart / Sorun Şuydu
XIV
XV
Requiem
sönmüş yıldızlara
1. Largo assai
Sandalyede oturuyorum.
Ellerim masanın üstünde, parmaklarım birbirine geçmiş. Bacaklarım masanın
altına doğru yan yana uzanıp görünmez olmuşlar. Masada yalnızca boş bir kâğıt,
ucu açılmamış bir kurşunkalem var; biraz önce müzik setini, masa lambasını,
bilgisayarı, klavyeyi, fareyi, kasetleri, CD'leri, sigara paketlerini,
çakmakları, küllükleri, üstünde notlar ve kimi bölümler yazılı küçüklü büyüklü
kâğıtları, kalemleri, dosyalan, kitapları, ansiklopedi ciltlerini, telefonu,
şarap kadehim ve üst haznesi boş kum saatini masanın yanındaki pencereden attım.
Sandalyede oturuyorum.
Pencereden sokak görünüyor. Sokağı biçimleyen evler görünüyor, bahçe
duvarları, ağaçlar, insanlar, arabalar görünüyor; kıpırtısız, bir resmin içinde
gibi öylece duruyorlar. Biraz beklersem, şu görüntüyü çevreleyen pencerenin
dışındaki güneş görünecek, biraz daha beklesem ay ve yıldızlar görünecek. Ayağa
kalkıp bak-sam, biliyorum ki biraz önce attığım masadaki bütün fazlalıklar
görünecekler.
Sandalyede oturuyorum.
Pencereyi ikiye bölen telde bir kuş var, oyun parkının köşesindeki çöp
tenekelerini karıştıran kediye bakıyor. Kedinin gözleri ağacın gölgesine uzanmış
köpekte. Köpek tahterevallide tek başına oturan çocuğa bakıyor. Çocuk,
kıpırtısız bankta oturan kadına, kadın o anda göremediğim bir adama bakıyor.
Sandalyede oturuyorum.
Pencereye gideceğim anda aklıma sen geliyorsun.
3. Andante
Sandalyede oturuyorum.
Oradalar; masamdaki kalem ve kâğıt, penceremdeki sokak, sokağımdaki evler,
arabalar, insanlar ve ağaçlar hep orada olmak zorundalar. Teldeki kuş, kuştaki
kedi, kedideki köpek orada. Çocuktaki oyun, oyundaki kadın, kadındaki adam,
adamdaki hüzün orada. Bir resmin içinde gibi kıpırtısız farkına varmamı
bekliyorlar; - Biz burada olmak zorundayız, bu değiştirilemez.
Sandalyede oturuyorum.
Güneşin ve ayın altında, ışığın ve karanlığın içinde, hep orada durmak
zorunda olan, değiştirilemez ve karşı koyulamaz biçimde var olmak zorunda olan
her şey gibi çaresiz buradayım. Gördüğüm her şey yok sayamayacağım ve
katlanamayacağını birer fazlalık.
Pencereye gidiyorum.
XVI
Yol boyunca midem kazındığından eve girer girmez dolaptaki hazır keki yemeyi
düşünüyorum. Kapıyı açarken zile yapıştırılmış sarı not kâğıdı dikkatimi
çekiyor. "Gelir gelmez beni ara, evdeyim. Rezzan." Saat beşe geliyor, bu kız
nöbetçi değil miydi bu gece? Kâğıdı alıyorum. Kapıyı kapatıp bir üst kata
çıkıyorum. Zili çaldığım anda merdiven ışıkları sönüyor, karanlıkta bekliyorum.
Kısık bir ses "Kim o ?" diye soruyor. "Benim, Âdem" diyorum. Koridor açılan
kapıyla birlikte aydınlanıyor, Rezzan hıçkırarak bana sarılıyor.
- Âdem... Âdem.
- Rezzan, sakin ol. Ne oldu?
- Âdem... Ediz'i götürdüler.
- Kimler götürdü ?
- Polisler... Mahvoldum ben.
Yandaki daireden sesler geliyor. Rezzan'ın kolunu tutup içeri sokuyorum.
Kapıyı kapatıp koltuğa oturmasını söylüyorum. Oturuyor, elleriyle yüzünü tutup
sarsıla sarsıla ağlıyor. Yanındaki koltuğa oturup iki sigara yakıyorum. Birini
ona veriyorum, alıyor ama sürekli ağladığından içmeden elinde tutuyor.
- Rezzan, ne olduğunu anlatır mısın?
- Âdem... Gülden'i Ediz öldürmüş.
- Ne diyorsun sen ya? Nasıl öldürmüş?
- Neden öldürdüğünü bilmiyorum. Karakola gittim, ama görüştürmediler.
Ediz'in Gülden'le ilişkisi varmış.
- Manyaklaşma, Ediz'in Gülden'le ne ilişkisi olabilir?
- Polislerle konuştum. Gülden bir mektup bırakıp kendini balkondan atmış...
- Balkondan değil terastan atmış. Benim de ifademi aldılar, dün bütün gece
nezarette kaldım.
- Ya anlamıyorsun. Gülden kendini atmamış, Ediz öldürüp atmış onu. Mektubun
üstünde Ediz'in parmak izi varmış.
Karnım aç, sigara midemi bulandırıyor, söndürüp koltuğa yaslanıyorum. Rezzan
daha iyi gibi görünüyor. Başımı geriye atıp ellerimle gözlerimi kapatıyorum.
- İnanamıyorum ya, böyle şey olur mu ? Bu işte bir yanlışlık var.
- Hep şüpheleniyordum zaten. Ne zaman nöbetçi olsam telefonları kapatıyordu.
Önceleri sana özeniyor sanıyordum, yazarken rahatsız olmamak için kapattığını
söylüyordu. Allah kahretsin, mahvoldum ben. Filiz dönünce izne ayrılacaktım,
birlikte tatile gidecektik.
- Bu işte bir yanlışlık var. Bak görürsün her şey düzelecek.
- Çocuk mu kandırıyorsun Âdem, nasıl düzelecek? Allah kahretsin. Durumun
ciddiyetini anlamıyor musun? Ediz gece saat ikide telefon etti. Eve polislerin
geldiğini, ifade vermek için karakola gideceğini söyledi. Şüphelendim, hastaneye
giderken kitabevine uğradığımda karakola gidip ifade verdiğini söylemişti.
Gülden'in öldüğünü o zaman öğrendim. Hatta sen o sırada dernekteymişsin, çıkıp
seninle konuşacaktım ama Ediz, "Yanında biri var, sonra konuşursun" dedi.
Gecenin ikisinde polislerin geldiğini söyleyince merak ettim, döner dönmez bana
haber vermesini söyledim. Aramayınca izin alıp hastaneye gittim.
- Karakola mı?
- Aman işte, karakola gittim. Sorguda diye görüştürmediler. Polislerden
birine sordum, bilmediğini söyledi. Sonunda yetkili birini buldum, o anlattı.
Basit bir ifade verme değil bu Âdem, Ediz'i bırakmayacaklar.
- Merak etme, yarın her şey düzelir. Bir karışıklık olduğuna eminim. Ediz
mektuba nasıl dokunmuş olabileceğini anımsayacaktır, biraz geç olabilir ama
mutlaka anımsayacaktır.
Zil çalıyor. Rezzan zil sesiyle heyecanlanıp sözlerime teselliden öte bir
anlam yüklemeden kapıya giderken, ailesine haber verdiğini, onların gelmiş
olabileceğim söylüyor. Ayağa kalkıyorum. Kapıda orta yaşlı bir çiftle, genç bir
erkek var. Rezzan tekrar yüksek sesle ağlamaya başlayıp kadına sarılıyor, kadın
da ağlıyor. Adam azarlayıcı bir tonla, susmalarını ve kapının önünden çekilip
içeri girmelerini söylüyor. Rezzan beni gösterip, Ediz'in arkadaşı olduğumu,
onlar gelene kadar kendisine yoldaş olduğumu söylüyor. Adam Ediz'in arkadaşına
hınçla bakıyor. Rezzan'a, bana ihtiyaçları olursa evde olduğumu söylüyorum,
teşekkür ediyor. Eve gidiyorum.
Keki dolaptan çıkarıp masaya koyuyorum. Çok yorgunum, yedikten sonra yatsam
iyi olacak. Sanırım notları çantamda duran "Gülden Kale Düştü"yü yazmak için
daha vaktim var.
XVII
1999
Ne oldu biliyor musun? Donup kaldım, hiçbir şey hissetmiyorum, hiçbir şey.
Cumartesi gecesi evine geldim. (Evin? Orası benim evimdi, ne çok özledim.) Evde
miydin, değil miydin bilmiyorum. Araba var mıydı yok muydu, dikkat etmedim.
Çatıya çıktım, sonra indim. Eve geldim. Geceyi bitiremeyeceğimi hissettim. Acile
gidip "Yardım edin" dedim, "bu gece bitmeyecek." Bir doktor çağırdılar. İki üç
saat konuştuk herhalde, aptalın biriydi. O gidince, odada kimse yokken raporu
okudum. "Duygusal çöküntü, sürekli ağlama, yavaş konuşma, kendinde değil. Gözlem
altında tutulsun." Sonra beni yalnız tuvalete bile göndermediler. Bir ilaç
verdiler, uyandığımda öğle olmuştu. Doktor yine geldi, "Senle terapiye
başlayalım" dedi. "Olur" dedim ben de. Yeşil reçeteyle satılan bir yığın ilaç
yazdı. Onları içiyorum, her şey kayboldu sanki. Ağlayamıyorum, gülemiyorum, öfke
duymuyorum, acı yok, intikam planı yok. Konuşmam, yürümem ve tüm hareketlerim
yavaşladı, daha rahat okuyorum ama. Gözbebeklerim büyümüş, bunu fark ettim.
Eczacı, "Bunlar resmen uyuşturucu, alma bence" dedi. Her şey çok dayanılmaz,
böyle bitki gibi yaşamak daha iyi belki.
Çok acayip, ilacı alıyorsun, iki üç dakika içinde kanın ısınıyor. Garip bir
ılıklık. Uyku değil aslında, o kadar derin, ağır uyku olmaz. Gözlerini
açtığında, "Neredeyim, ne oldu, ne zaman uyudum, gün ne, hangi yıldayız?" diye
salak salak düşünüyorsun. Bir süre kullansam iyi olacak sanki, uyudukça uyanırım
belki.
Sana yemek yapmayı, evde peşinde dolaşmayı, pazar günleri durup durup
sevişmemizi, evde birbirimizi kovalamayı, seninle olan her şeyi öyle çok özledim
ki. Beynim karıncalanıyor, bütün düşünceler silikleşiyor. Beni kudurtan
hakaretlerin, bana vurmanın hiç önemi kalmadı gibi. Evin akmasını bile özledim.
Neler yapıyorsun acaba? Hep dışarıda mı yiyorsun, alışveriş yapıyor musun,
çamaşırlarını doğru programda yıkayabiliyor musun, kimlerle oluyorsun? Sokakta
çorap satanları görünce bile içim sızlıyor, sana çorap almak istiyorum. Her
gördüğümden alırdım neredeyse. Bazen seni kırmayı, canım acıtmayı istiyorum.
İçimde üç dört kişi olduk herhalde, kendimle anlaşamıyorum bir türlü.
Hep denizi düşünüyorum. Niye bu kadar çok seviyorum denizi? Bir gün
kitabevinin önünde sen, ben, Kâmil oturuyorduk. Kamil, "Denizi olmayan bir yerde
yaşamanın hiçbir anlamı yok" dedi. Ben de ona katıldığımı söyledim. Sen "Önemli
olan şurandaki denizi kaybetmemek" dedin kalbini göstererek.
İçimdeki denizi kaybettiğim için mi böylesine medet umuyorum denizden?
Çok öfkeliydik ikimiz de ilk zamanlar. Ben hep seni suçladım, başkalarına
seni öfkeyle anlattım, eleştirdim, kötüledim. Belki sen ailemi iyi tanıdığın
için, onların bana acı çektireceklerini bildiğin için onları bu işe karıştırdın.
Şimdi öfke geçti, acı kaldı. Artık aklıma gelen hep güzel anılar.
İlk birlikte oluşumuz geliyor aklıma. Annenlerdeydik. Seni ne kadar çok
uğraştırmıştım. Ne kadar ürkek ve acemiydim, hatta cahil. Sonra beni banyoya
götürüşünü, sobanın yanında kurulayıp giydirişini hiç unutmuyorum. Tir tir
titriyordum. "Canım benim" demiştin. Öyle güzel söylemiştin ki...
Soğuk havalarda seviştik, sıcak havalarda, depremlerde... Annemlerin evinde,
benim yatağımda... O gök gürültüsünü hatırlıyor musun? Arabada... Ya o yağmuru
hatırlıyor musun? Havuzda, kabinde, dolapta... Evliliğimizin ilk günlerinde,
vardiya çalışırken öğleleri eve gelmemi beklerdin sevişmek için. Ya ben seni
nasıl beklerdim? Pencerede, balkonda... Sekiz yıl boyunca bekledim.
Önce sinirlenirdim. Zaman geçtikçe sinirim meraka dönüşürdü. Sonra ağlamaya
başlardım.
Eve geldiğinde peşinde dolaşır, tuvalette bile seni seyreder, sinir ederdim.
Ne güzeldi her şey. Şimdi sesini bile duyamıyorum. Sen gittin her şey kaldı. Sen
kalmalıydın, her şey gitmeliydi.
Ölüm mü istediğim? Bilmiyorum. Hayır biliyorum. Değil aslında. Yine okumak,
yazmak, gökyüzüne bakmak, en çok da denize girmek istiyorum. Keşke yaz olsaydı.
Bazen yaşamaya zaman ayıramayacak kadar yorgun ve yoğun hissediyorum.
Sessizlik ve boşluk istiyorum. Ama yaşarken bu mümkün değil. Yemek, içmek,
giyinmek, yürümek, tuvalete gitmek, para kazanmak gerekiyor. Bunları yapmak
istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum. Böyle zamanlarda kendimi ölüme çok yakın
hissediyorum. Komik olan ne biliyor musun? Buna rağmen olmadık şeyler
düşünüyorum. Saçlarımı boyamak, kulağıma bir delik daha açmak ya da yeni
giysiler almak gibi.
Bir tabancayla çok kolay olurdu intihar etmek. Düşünecek, pişman olacak,
geri dönecek zamanın kalmazdı. îlaç ya da jilet, dikkat çekmeye çalışıyorum,
ilgi istiyorum, demek zaten. Bunu hiç kimseye ulaşamayacağın bir yerde yapmazsan
geri dönecek bol bol vaktin var.
Ya kendini asan biri... İp boynunu sıktığında ölene kadar neler düşünür?
İpin kopmasını, tavanın çökmesini ister mi?
Ya da kendini yüksek bir yerden atan biri düştüğü o birkaç saniyede neler
hisseder? Pişman olur mu, geri dönmeyi, bir yerlere tutunabilmeyi ister mi?
Belki ölmeliyim. Belki sana yeniden kavuşabileceğime dair umut taşıyan tüm
gemileri yakmalıyım. Kendimi asla bağışlamayacağım şeyler yapmalıyım ki senin de
beni bağışlamayacağından emin olabileyim. Günaha batmalıyım, hatalar yapmalıyım,
belki tanımadığım o kadına tamamen teslim etmeliyim bedenimi, onu çağırıp o
olmalıyım belki.
Artık hiçbir şeyi kayıp olarak görmüyorum; yaşam dahil. Bir yandan böyle
hissederken diğer yandan benim gibi birinin nasıl olup da halen intihar
etmediğine şaşırıyorum.
Terastayım. Çırılçıplak şehre karşı şarap içiyorum.
Şarap... Birlikte en çok içtiğimiz içki. Şimdi kendimi bu halde bıraksam
boşluğa, bedenimi bahçede çırılçıplak bulsalar sabah. Anneler beni görmemeleri
için çocuklarının gözlerini kapatsa.
Bahçenin çimleri sokak lambasının ışığında nasıl da parlıyor, beni nasıl da
çağırıyor. Hoşça kal, diyebilirdim ama benim için fark etmiyor. Bugünü
yaşıyorum, yarın olursa onu da yaşarım.
Kendimi senin yerine koymaya çalışıyorum, ben olsaydım ne yapardım diye. iş
için gitmelerine bile dayanamazdım. Aklıma gelen bütün kadınları aramaya
çalışırdım. Pijamalarını koklayarak uyurdum. Bir başkasına gittiğini bilsem
delirirdim herhalde. Ama yine de senden asla vazgeçmezdim, asla.
Çok üzgünüm, çok, çok, çok.
Yazdıklarımı kendimi haklı göstermek ya da mazeret bulmak için yazmış
değilim. Haklı olmadığımı, mazeret olmadığım biliyorum. Tüm bu yazdıklarım senin
için saçmalıktan öte bir şey değil belki. Umurunda bile değilim, gülüp
geçiyorsun ya da yalnızca acıyorsun belki. Belki eşyalarımı almaya geldiğimde
dediğin gibi, duygu sömürüsü yaptığımı düşünüyorsun, ama ağlıyordum, şimdi de
ağlıyorum.
Yarın bir adaya gidiyorum. Çevremde kimsenin bilmediği bir adaya. Sığınacak,
korkularımı yatıştıracak, beni hiç sorgulamadan bağışlayacak kimselerin olmadığı
bir adaya.
Adanın arkasında, o sadece başıboş rüzgârların estiği dağlarla çevrili ıssız
kumsalda adımı haykıracağım: "Gülden Kale!"
Orada ne kitaplar ne oyunlar ne de şarkılar olacak. Orada sonsuzluğa bakıp,
kimseden yardım istemeden, "Kimim ben ?" diye soracağım.
Eğer sadece iyi kalpliliği oynayan ebedî bir hayat kaçkınıysam, içim ölmüşse
ve buna gerçekten inanırsam, beni bir daha asla görmeyecek, sesimi asla
duymayacaksın.
XVIII
Sıkıntıyla uyanıyorum.
İçimdeki sıkıntının uyanmadan hemen önce gördüğüm düşten mi, yoksa yatmadan
önce -neredeyse altıydı, başım dönüyordu ve yorgunluktan kusmak üzereydim- vişne
suyuyla atıştırdığım büyükçe kesilmiş iki kek diliminin midemde yarattığı gazdan
mı kaynaklandığına karar veremeden yatağımın yanındaki komodinin üstünde duran
dijital saate bakıyorum: 12.46.
Pencereleri açıp odayı havalandırıyorum. Duşa girerken bir yığın salağın
böyle öldüğünü, yatmadan önce abur cubur ne bulurlarsa yediklerinden, kalplerini
sıkıştıran gaz yüzünden uykudayken geberip gittiklerini düşünüyorum. Sonra da
bana bu denli sıkıntı -en azından bir kısmını- veren düşü hiç anımsamadığımı
fark ediyorum.
Duştan sonra odamda ileri geri yürürken, tanıdığım bir doktorun söyledikleri
aklıma geliyor. Bir sohbet sırasında bana -her ne kadar göz doktoru olsa da-,
kırk yaşından önce kalp rahatsızlıklarına pek rastlanılmadığını söylemişti. Daha
otuz dört yaşındayım. Kimi zaman göğsümün orta yerinde, göğüs kafesimin
birleştiği yerde bir kasılma oluyor, sanki kalbim bir süre hiç atamamış da
içinde biriken kanı birdenbire pompalamış gibi kasılma gevşemeye dönüyor. Böyle
zamanlarda kanın sol mememin altından bedenime yayılışını hissediyorum. Bunu
anlattığımda arkadaşım epey gülmüştü. "Gaz olabilir" demişti, "Evhamın sıkıntını
artırıyor ve abartıyorsun. Korkma, bir şey olmaz." Bu açıklamayı bahaneye
dönüştürdüğümden ya da belki de korkunç bir tanıyla karşılaşmaktan korktuğumdan
hiç kalp doktoruna da gitmiyorum.
Yürürken eski bir hileye başvuruyorum; birdenbire çömelip bir süre bekliyor,
sonra doğrulup yürümeye devam ediyorum. Önceleri gazımı böyle kandırırdım.
Birdenbire çömelince gaz bedenimin içinde sıkışır, artık nereye daha yakınsa
aşağıdan ya da yukarıdan çıkıp giderdi. Ancak her düşman zamanla kendim
geliştiriyor; çoktandır bu taktik de işe yaramıyor.
Göğsümü sıvazlayarak masamın başına oturduğumda, gördüğüm düşü hâlâ
anımsayamadığım için hayıflanıyorum. Yattıktan sonra, henüz uyumamışken aklıma
iyi öyküler gelir ya da gecenin bir yarısı esin kaynağı olabilecek düşlerden
uyanırım, ama tembellikten kalkıp not almam. "Sabah bir kenara yazarım" diye
düşünürüm ama çoğunlukla unuturum; birçok iyi öykümü, daha doğmadan bu şekilde
yitirdim. Not defterimi başucuma koyup yattığım birçok gece boyunca
-bilinçaltımın bir şakası olsa gerek-esin perisi uğramadığından bu davranışı
alışkanlık haline dönüş-türemedim.
Seti açıyorum. CD çalarda "Virgin Land" var, çıkarıp yerine çoktandır
dinlemediğim Nancy Argenta'yı koyuyorum. Sesi, trafiğin gürültüsünü bastıracak
kadar açıp masaya yerleşiyorum.
Düşümü anımsamaya çalışarak bir sigara yakıp bilgisayarı açıyorum, ekranın
altındaki saat 13.41'i gösteriyor. On yıldır, üzerinde sürekli çalıştığım halde
öykülerini bir türlü netleştiremediğim, kurgusu, kahramanları, mekânı ve zamanı
sürekli değişen bir romanla -roman olmasını istediğim bir şeyle- boğuşuyorum.
Benim diyebileceğim bir romanı bilinçaltımı deşmeden yazamayacağım kaygısına
kapıldım; düşlerimi anlamlandırmadan, kendimi ortaya koymadan, unuttuğum ya da
unutmaya çalıştığım, belleğimin derinliklerinde saklanmış anıları ortaya
çıkarmadan planladığım kurguların kendimi anlatmak için yetersiz olacağını
düşünüyorum. Bunun için anlamsız bile olsa rastlantısal bir sözcüğün peşine
takılıp, çoğu zaman yaptığım gibi çalışmaya başlamadan önce aklımı olabildiğince
boşaltarak herhangi bir plana, kurguya zaman tanımadan, çalakalem bir metin
yazmaya hazırlanıyorum.
Basic'in "random" komutunu kullanarak kısa bir program yazmıştım. Program
önce İle 9 arasında rastlantısal bir sayı bularak sözcüğün kaç harfli olacağını
saptıyor, sonra da döngüyü bu sayı kadar çalıştırıp, İle 29 arasında yeni
rastlantısal rakamlar buluyor. Her rakamın alfabedeki karşılığını yan yana
ekrana yazıyor. Böylece ne uzunluğuna -dokuz harfe dek- ne de harflerine
karıştığım bir sözcük elde etmiş oluyorum. Sözcüğü metnin başına yazıp harflerin
birlikteliğinin bende yarattığı etkiyle bir metin oluşturmaya çalışıyorum.
Programı açtığım anda telefon çalıyor.
- Efendim?
- Dünyanın en yakışıklı, en zeki ve en karizmatik erkeğine merhaba demek
istedim. Mutlu pazarlar efendim.
- Pis yağcı... N'aber?
- İyiyim. Denize ineceğim birazdan. Müsaitsiniz değil mi?
- Bugün pazar demek, ben de "Niye işe gitmedim" diyordum. Anlat, müsaitim.
- Bugün geleniniz gideniniz yok mu?
- Yok, elimde kaldı.
- Verdiğiniz bölümleri okudum, dönünce geri veririm. Ayy, Karmancığım,
dernekte işler çok karıştı yine.
- Ne oldu yine ?
- Biliyorsunuz ben yönetim kurulundan ayrılmak için istifamı vermiştim, şu
lokal müsteciriyle sürtüşmem yüzünden. Sizin haberiniz yok, ama Kâmil müstecire
karşı yanımda olacağına söz verdiği için Kuşadası'na gelmeden önce istifamı geri
almıştım.
- Eee?
- Fikret galiba Kâmil'in içki borcunu silmiş, Kâmil bana yine cephe aldı.
- Nereden biliyorsun ?
- Dün telefon ettim Kâmil'e, birbirimize girdik Fikret yüzünden.
- Aman Filiz, her aradığında dert yanıyorsun. Ta Kuşadası'ndan dernek
kulislerini sürdürüyorsun. Bıktım artık Kâmil salağının neler yaptığını
dinlemekten. Bana ne ya? Git istifa et, etmeyeceksen bana anlatma.
- Tamam canım, kızmayın. Söyleşiniz nasıl gitti ?
- Ne kadar abuk soru varsa sordular. Yani, ben başka şeyler anlattım, onlar
başka şeyler sordular. Eve dönerken arabada Ediz'le konuştuk. O da çok kızgındı,
kitabı çıktığında kesinlikle söyleşi, röportaj, imza günü filan yapmamakta
kararlı olduğunu söyledi.
- Karmancığım, inanın orada olmak ve söyleşinize katılmak isterdim.
Bizimkileri dönmek için zorladığım halde olmadı, iznimin sonuna dek beni
bırakmayacaklar anlaşılan. Onlar da eylül sonuna dek kalmayı düşünüyorlar.
- Yüz yaşına geldin hâlâ anne kucağında uyuyorsun. Nasıl buldun yeni
yazdıklarımı?
- Ayy, nasıl söylesem? Çok güzel ama biraz karışık. Anlaması zor, ama çok
güzel. Bir de adımı bir kahramanınıza vermeniz çok hoşuma gitti. Oradaki Filiz
benim galiba.
- Bilmem. Sen misin?
- Ediz de var sonra, çevrenizdekileri yazmışsınız ama olaylar kurmaca, öyle
değil mi? Metindeki Filiz de ben gibi hemşire, üstelik konuşması da bana
benziyor. Size ben gibi hitap ediyor. Bana öyle gibi geldi.
- Sen olduğunu anladın demek? Kutlarım.
- Gülmeyin Karmancığım. Sizi bir akşam Kuşadası'na çağırmam, gizlice odama
almam, sonra annemler fark etmesin diye sabaha karşı gitmenizi istemem çok
romantikti. Sanki bizim yazlığın olduğu yeri biliyor gibisiniz. Bütün
ayrıntıları yazmışsınız, arabayı yan sokağa park etmeniz, bahçe duvarından
atlamanız filan...
- Bütün sayfiyeler birbirine benzer.
- Ama başka bir bölümde polisler beni sorguya çekerken, ben bu bölümleri
önceden okuduğum için sizin Kuşadası'na, bana geldiğinizi söylüyorum. Burası
biraz karışık geldi. Yani Kuşadası'na gerçekten gelip gelmediğinizi anlayamadım.
- Neyse, bittiği zaman daha anlaşılır hale gelir.
- Bu kurgu çok hoşuma gitti, dönmeden realize edebilirim sanırım.
- Beklerim efendim.
- Bütün kızlar için böyle kurgular yazabiliyor musunuz?
- Genelde kendileri yazıyorlar, ben gerekirse yardımcı oluyorum.
- Ay çok hainsiniz.
- Hadi görüşürüz canım, çalışmam gerek.
- Tamam canımcığım, iyi çalışmalar, mutlu pazarlar.
- Sana da...
Rastlantı, ekranda yanıp sönen bir soru işareti halinde bekliyor. Run tuşuna
basıyorum. Bilgisayar soru işaretini 3 rakamına dönüştürüyor. Döngü 3 kez
çalışıyor, altta, sırasıyla 6, 15, 16 rakamları görünüyor ve rakamların tam
altında "E", "L", "M" harfleri beliriyor.
"ELM"; hemen Word'u açıp sayfanın başına bu harfler dizisini ve dizinin
aklıma getirdiği ilk cümleyi yazıyorum.
"Eve Ediz'le döndüm."
Bir süre cümleye bakıyorum. Sonra hızla, aklıma gelen her şeyi yazmaya
başlıyorum.
XIX
Eve Ediz'le döndüm. Ediz, söyleşi sırasında söylediğim kimi sözler yüzünden
sinirliydi. Eve dönerken, arabada, bu salak lafları neden söylediğimi bildiğini,
edebiyatın, amacı para olan diğer sektörlerden farkı olmadığını, bu yüzden
kitabı yayımlandığında ağzını bile açmayacağını söyledi. Ona, bütün bunların
oyun olduğunu, bu boktan hayatı sürdürmek için Sisyphos gibi yuvarlayacak bir
taşımız olması gerektiğini, söyledim. Taşlardan birini alıp oynayacak ya da
intihar edecektik. "Kitaplar, intihar edene dek oyalanacak taşların en onurlusu
hiç olmazsa. Zaten bundan sonra konuşmayacağım, yazdıklarımdan başka söyleyecek
bir şeyim yok" dedim. Ondan, "Hâlâ boktan laflar etmeyi sürdürüyorsun" demesini
beklerdim, ama yakında mavi kapağında kara bir tren bulunan kitabının
yayımlanacağı hâlâ aklındaydı sanırım.
Arabayı apartmanın arkasına park ettim. Kapıcı her zamanki gibi
penceresinden giren far ışığının kime ait olduğunu merak edip balkona çıktı. Ona
iyi akşamlar dileyip apartman kapısına doğru ilerledik. Ben asansörün kapısını
açarken Ediz merdivendeydi, her zamanki gibi yürüyerek çıkacaktı.
Girip üstümü çıkarmadan bilgisayarı açtım, Tunçboyacıyan'ın "Virgin Land"ini
koyup seti CD'yi sürekli çalacak biçimde ayarladım. Gece yağmur yağmamasını
dileyerek -pek yağacak gibi görünmüyordu- pencereleri açıp tülleri çektim.
Bilgisayarda daha önce belirlediğim dört dosya açıp küçük değişiklikler yaparak
kaydettim. Her şeyi olduğu gibi bırakıp odamdan çıktım. Asansörü kullanmadan
sessizce indim. Arabanın farlarım açmadan park yerinden çıktım, caddeye çıkıp
gösterge ışıklarını açtığımda saat dokuz buçuktu.
İzmir yolunda 20 km kadar gidip Sarayköy'de bir benzinlikten benzin aldım.
Hızla Denizli'ye dönüp Muğla yoluna devam ettim. Muğla'ya girdiğimde saat on
ikiyi on geçiyordu, Gülden'in kaldığı apartmanın bir sokak ilerisine park
ettiğimde ise yirmi.
Apartman kapısı açık olmasaydı arabayı park ettiğim sokaktaki kulübeden cep
telefonunu arayacaktım. Sadece üçüncü ve dördüncü kattaki dairelerin ışığı
açıktı. Gölgede kalmayı sürdürerek apartmanın balkonlu ve pencereli üç cephesini
kontrol ettim, yalnızca dördüncü kattakiler, apartman kapısının bulunduğu
taraftaki balkonda oturuyorlardı.
Merdiven ışığını açmadan asansöre binip kalemle yediye bastım. Kapısının
karşısında soluğum düzelene dek bekleyip dirseğimle zili çaldım, içeriden hiç
ses gelmiyordu ama sessizce kapıya yanaşıp delikten baktığına ve karanlıkta bir
şey göremediği için "Kim o ?" diye soracağına emindim. Merdiven ışıkları yandı,
demek içeride duy var. Önemli değil, "Kim o ?" diye sorduğunda da "Benim, Âdem"
diyecektim zaten. Kayıtsızca önüme bakmayı sürdürdüm. Kapı açıldı.
Şaşkınlıkla bana bakıyordu. Üstünde yalnızca askılı, penye bir bluz ve külot
vardı, ikimizin de dudakları titriyordu. Gözlerim dolduğunda onun da gözleri
doldu. Kollarını açarak bana doğru ilerledi, sarıldık.
Canımı sıkacak kadar uzun süre sanlı kaldık. Titriyordu, ağlamasına izin
vermemeliydim. Kulağını öptüm, sonra yanağını, sonra dudaklarımız birleşti. Öyle
hırslı öpüyordu ki dudaklarımı kanatacaktı. Kendimi çekip "Müsait misin?" diye
sordum. "Evet, gel" dedi. Elimi tuttu, içeriye girdik. Kapıyı kapattı. Tekrar
öpüşmeye başladık. Kalçalarından kavrayıp kendime çektim, kalkmıştım. Sonra
çekildim, omzuma asılı çantamı göstererek "îçki aldım" dedim. İçerse daha kolay
olur diye düşünüyordum. Çantamı itip sarıldı yine, "Sonra" dedi, "seni o kadar
çok özledim ki." Hem öpüyor hem de pantolonumun kemerini açmaya çalışıyordu.
Pantolonumu çıkarabilmesi için ona yardım ettim. Sonra elimi külotunun içine
sokup onu avuçladım. inledi. Külotunu ve bluzunu çıkardım.
Elimden tutup geriye döndü, odaya doğru çekiyordu beni. içeriye girerken
eğilip çantamı yerden aldım. Dar bir yatak odasına girdik. Antrenin ışığı
kapının izin verdiği kadar içeriyi aydınlatıyordu. Tişörtümden çekerek yatağa
uzandı, bacakları açılıp belimi sardı. Dilimi emiyordu. Yatak tek kişilikti,
yanlamasına uzandığımız için başı duvara dayanmıştı. Elini uzatmış ve şortumu
aşağı sıyırıp benimkini dışarı çıkarmıştı. Arasına sürtüyor, içeri sokmaya
çalışıyordu. "Bekle" dedim. Çantamdan prezervatif çıkardım. Poşeti açmaya
çalışırken "Hayır, kullanmanı istemiyorum" dedi. "Rahat edemem" dedim, "bir
yığın kadınla yattım. Hem senin için iyidir, hem benim için." Prezervatifi
taktım. Tişörtümü çıkarıp üzerine uzandım. Prezervatifin bozduğu büyüyü tekrar
yakalamak için canını yakarcasına öpüyordum. Elimle onu yokladım, çok geç
ıslanırdı, hâlâ kuruydu. Elini uzatıp tuttu, beni tekrar dikleştirmeye
çalışıyordu. Zamanım yoktu, tam sertleşmemiş olsam da zorlayıp girdim. Bir iki
gidip gelmeden sonra her şey yoluna girmişti.
Yine de rahatsız durumdaydım, bir bacağım yatağın üstündeyken diğerini yere
dayamıştım. O da öyleydi. Bir bacağı yere sarkmış, kafası duvara dayandığından
boynu öne doğru kasılmıştı. Yüzü dışardan gelen ışığın içindeydi. Elleriyle
göğüslerini tutmuştu. Her darbede duvara dayalı başı aşağı yukarı oynuyordu.
Saçları gözlerinin önüne düşmüştü. Başparmağımı ıslatıp onu okşamaya başladım.
Yakındı, nasıl geleceğini iyi biliyordum. Kasılmaya başladı, ben de yakınlaştım.
Okşamalarımı ve darbelerimi hızlandırdım. İnlemeleri arttı. Dudakları aralandı,
dilini çıkarıp dudaklarını yaladı. Yüzü kasıldı, öne doğru gerildi, geliyordu.
Kendimi bıraktım. Boşalırken eğildim, saçlarından tutup başım, sanki öpmek
istiyormuş gibi kendime doğru çektim ve bütün gücümle yatağın dayalı olduğu
duvara çarptım.
Duvardan beni çok korkutan bir ses çıktı. Öyle bir ses ki, duvar çatırtıyla
yıkılıyor sandım. Sanki ses bir süre dinmedi, yakındaki binalardan başlayıp çok
uzaklardaki tepelere kadar çarpıp çarpıp geri geldi. Sesin kafamdaki yankısı
kesilene dek kıpırtısız bekledim.
Kafasını duvara çarptığımda, tükenmiş gücüm beni dik tutamamıştı, üstüne
yıkılmıştım. Yüzümün dönük olduğu sağ göğsü titriyordu, titreme değil seğirme
belki. Doğruldum. Gözleri yarı açıktı. Sıkıca kavramış olduğum saçları hâlâ
elimdeydi. Bıraktım. Başı yana düştü. Ellerime baktım, parmaklarımın arasında
kalan saç tellerini yuvarlayıp yumak yaptım, sımsıkı avucumda tuttum. Diğer
elimle burnunu sıkıp bir süre bekledim, ağzı açılmadı.
Geriye çekilip içinden çıktım. Küçülmüştüm, prezervatifin boşta kalmış kısmı
uzayıp içinden çıktı, ucunda birikmiş beyaz sıvıyla boşlukta sallandı. Çantamdan
bir peçete çıkardım. Avucumdaki saç yumağını, prezervatifi ve yere attığım
prezervatif poşetini dikkatlice peçetenin içine koyup sardım, külotuyla birlikte
çantama koydum.
Hızla giyindim. Duvara baktım. Kafasını vurduğum yerden boya parçalan
dökülmüştü. Başım yoklarken kafası yan döndü, ağzı açıldı. Açılan kenardan kan
sızmaya başladı. Yatağın üstüne serilmiş nevresime ulaşmadan elimle ağzım tutup
başım yukarı çevirdim. Ağzı kan doluydu. Saçlarının arasından sızan kanın
nevresimi boyadığım fark edince sinirlendim. Başını nevresimle sardım. Çantamdan
deri eldivenlerimi çıkardım. Odadan çıkıp mutfağa girdim. Çekmecelerin birinden
büyükçe, siyah bir çöp poşeti buldum. Odaya dönüp poşeti nevresimle sardığım
kafasına geçirdim, hemen çözebileceğim gibi boynuna bağladım. Kucaklayıp antreye
çıkardım, tam lambanın altına gelecek biçimde yere yatırdım. Her yerini kontrol
ettim, bacak arasında ve göbeğinde kalmış birkaç kılı aldım.
Odanın ışığını açıp yatağın üstünü kontrol ettim. Boya döküntülerini, kime
ait olduğunu umursamadan bulduğum bütün saç tellerini ve kılları bir peçeteye
sarıp çantama koydum. Banyodaki çamaşır sepetinden kirli bir külot bulup yerdeki
askılı bluzunun yanına attım. Yatağın ayakucundaki dolabı açtım. Askıların
altındaki kapalı bölümde katlanmış nevresimler, çarşaflar vardı, nevresimlerden
birini alıp iyice buruşturarak yatağın üstüne serdim. Yatağa uzanıp nevresimi
üstüme çektim, sonra kalkıp yastığın üstündeki tek saç telimi aldıktan sonra
ışığı kapatıp yatak odasından çıktım.
Terasın kapısını açıp dışarıyı kontrol ettim. Çevredeki binalarda birkaç
dairenin ışıklan açıktı. Sakınmışız yandaki duvar kenarına yürüyüp apartmanın
arka avlusuna bakan balkonsuz ve penceresiz yönünün orası olduğuna emin oldum.
İçeriye girip mutfaktaki buzdolabını açtım. Tahmin ettiğim gibi, içildikten
sonra mantarı ağzına tekrar sıkıştırılmış yarım şişe şarap kapı rafında
duruyordu. Çantamdakini çıkarmaya gerek kalmadığını düşünüp şişeyi aldım,
raftaki bardakların arasından bulduğum kadehle birlikte salona götürdüm. Masayı
terasa çıkardım. Şişeyi açıp kadehi doldurdum, yansına dek içtim, içeri girip
kadehi çeşitli yönlerde her iki eline de tutturdum. Çantamdan, bana yazdığı bir
mektuptan ayırdığım tek sayfayı ve neredeyse mektuptakiyle aynı renk yazan mavi
tükenmez kalemi çıkardım. Kalemi ve mektubu da her iki eline tutturup terasa
çıktım. Kadehi şişenin yanına bıraktım. Mektubu şişenin altına sıkıştırıp kalemi
mektubun üstüne koydum. Salonun lambasını açıp terasa çıktım. Pencereden sızan
ışığın aydınlığına girmeden duvara dayalı plastik sandalyelerden birine oturdum.
Bir sigara yakıp cep telefonumu açtım.
Bir süre ışıkları açık dairelerin kararmasını bekledim, sonra daha fazla geç
kalamayacağımı düşünüp içeri girdim. Salonun ışığını söndürüp çantamın askısını
çapraz biçimde boynuma geçirdim. Sırtından ve dizlerinin altından tutup epeyce
zorlanarak kaldırdım, terasa çıktım. Hızlı adımlarla kenara gelip duvarın üstüne
sırtüstü yatırdım, poşetin içindeki başı boşlukta sallandı. Nevresim içinde
kalacak şekilde poşeti dikkatlice açıp çıkardım. Bacaklarını kaldırdım,
bedeninin ağırlığı boşluğa kaydı. Bacaklarım biraz daha kaldırıp bütün gücümle
ileriye doğru ittim. Yere düştüğünü bile görmeyecek kadar kısa bir an arkasından
baktım. Saçları dalgalara dalgalana, kollan ve bacakları havada savrularak
düşüyordu. Poşetin ağzını sıkıca tutup hızla içeriye girdim, kapıya yöneldim.
Ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Kapıyı açıp dışarı çıkmamla, hâlâ katta
bekleyen asansöre girmem bir oldu.
Apartman kapısından çıkıp arabaya kadar sakince yürüdüm. Girip çantamı ve
poşeti yan koltuğa koydum. Muğla çıkışında Denizli yolu yerine tam karşıya,
Aydın'a yöneldim. Neredeyse kusursuz bir dolunay dağların üstünde yükselmeye
başladı. Sık sık esniyordum, elimin tersiyle gözlerimin altını silip uyumamak
için radyoyu açtım. "Müzikte Dinî Etkiler" bitmek üzereydi; sunucu, Enigma'nın
"Mea Culpa"sını son şarkı olarak anons etti. Şarkı bittiğinde aklımdaki yüzün
Mary'ye ait olmadığını, Gülden'in ve daha birçok yüzün karışımı olduğunu
şaşkınlıkla fark ettim. Sonra "Dış Kaynaklı Müzik" başladı.
Yol bomboştu. Yavaşlayıp, Çine ve Aydın'a ne kadar yol kaldığını gösterir
bir levhanın önündeki boşluğa park ettim. Night Ark'ın, hiç de yabancı olmayan
"The Invisible Lover"ma daha fazla dayanamayacağımı anlayıp -evde çalan albümü
düşününce, "Bu kadar rastlantı da fazla" dedim galiba- radyoyu kapattım. Teybe,
şu sonsuz sessizlik temasını işleyen "Eternity or A Moment’i koydum mu, koymadım
mı şimdi anımsamıyorum. Esnemem geçmişti, ama gözlerim hâlâ yaşarıyordu.
Çantamdaki eldivenleri, külotu ve buruşmuş peçeteleri poşete koyup arabadan
çıktım. Ay ışığının da yardımıyla uzun süredir yol kenarından ayrılmayan dereye
indim. Poşetin ağzını bağlayıp suyun sessizliğine bıraktım. Poşet suyun yüzünde,
geldiği yöne doğru kıpırtısız ilerleyip gözden kayboldu. Aya bakmamaya çalışarak
arabaya dönüp yola çıktım; o kadar parlaktı ki bir süre sonra güneşliği indirmek
zorunda kaldım.
Eve girdiğimde saat beşti, yolu uzattığım için gecikmiştim. Bin kocadan
kalma bakire şehrin çığlıkları sürüyordu. Bilgisayarın faresine dokununca,
ekranın ortasında parlayıp hızla üstüme gelen yıldızlar kayboldular. Açık
dosyalardan ikisini kaydedip kapattım. Kamım gurulduyordu. Dolabı açtım. Ağzını
sıkıca kapattığım hazır kek paketinden iki dilim aldım. Tıkandığımı anlayınca
büyükçe bir bardağa vişne suyu koyup içtim. Kalan iki dosyayı da kaydedip
bilgisayarı kapattım.
Sonra İstanbul'u susturup yattım.
Biraz daha ayakta kalsam kusacaktım.
XX